Fethiye

Akdeniz'in Güneş Kenti:
FETHİYE








Dantel gibi koyları, çam ağaçlarıyla bezeli ormanları, Ölüdeniz’i, Belcekız Plajı, Kayaköy’ü, Saklıkent’i, Kelebekler Vadisi’yle Akdeniz’in incilerinden biri Fethiye… Muğla’nın 167 kilometrelik kıyı şeridine sahip bu doğa harikası ilçesi Fethiye tarihiyle de göz kamaştırıyor. Kuruluşu antik çağlara dayanan Fethiye, mitolojik dönemde "güneş ve ışık kenti", Roma döneminde "Meğri" (Makri - uzak kent) olarak anılmış. 1934’ten sonra da bugünkü adını almış. Antik çağlardaki adı Telmessos olan kent, Likya ve Karya uygarlıklarının sınırında İ.Ö. 5. yüzyılda kurulmuş. Günümüze kadar ulaşan kalıntılar, Helenistik ve Roma dönemlerinde kentin oldukça zengin ve yüksek bir kültüre sahip olduğunu gösteriyor.




Antik Telmessos'un Likya'ya özgü kaya mezarları, lahitleri, kalesi ve tiyatrosu tüm görkemiyle ziyaretçilere açık. Kayalıklara oyulmuş Likya - Kral Mezarları İ.Ö. 4. yüzyıla ait. Bu mezarların en çok hayranlık uyandıranı ise İon stilinde ve tapınak türünde yapılmış olan Amintas. Aşağıdaki düzlükten de görülebilen bu mezara yaklaştıkça büyüklüğü karşısında şaşırmamak elde değil. Fethiye’nin güneyinde yükselen kalenin ise Aziz John'un şövalyelerine ait olduğu sanılıyor.

Kentin ilk kurulduğu yer olan kale, surlarla çevrili. Rodos şövalyeleri bu kaleyi kullanarak bölgeye hakim olmaya çalışmışlar ve limandaki Şövalye Adası'nı kullanarak kenti denetim altında tutmuşlar.

Kalenin arkasından güneye doğru giden dağ yolunu izlediğinizde, 7 km ötede Anadolulu Rumların 1922 yılına kadar yaşadıkları büyüleyici bir yerleşim yerine ulaşıyorsunuz. Evet, eski adıyla “Levissi”, bugünkü adıyla Kayaköy burası. 1922’de yapılan bir nüfus değişimi anlaşması gereği, Trakyalı Türkler ve Anadolulu Rumlar karşılıklı olarak yer değiştirmişler, ancak bu bölgeye gelen Trakyalı göçmenler çevre koşullarına uyum sağlayamadıkları için, köyü kısa sürede terk etmişler. Kayaköy, 1923 yılından bu yana terkedilmiş bir “hayalet kent” görüntüsüyle ziyaretçilerini ağırlıyor.

Binlerce ev, iki büyük kilise, çok sayıda şapelin bulunduğu Kayaköy’ün restore edilerek örnek bir “Dostluk ve Barış Köyü” olması için çabalar hala sürdürülüyor. Kayaköy’ü gezmek için en azından yarım gün ayırmak gerek. Köyün uç tarafına vardığınızda ise Ölüdeniz'in eşsiz güzelliği sizi bekliyor olacak.

Ölüdeniz

Fırtınalı bir günde, Yediburunlar önlerinde bir baba ile oğulun gemisini yakalamış azgın sular. Oğul bilirmiş buraları çünkü Belcekız adında yörede yaşayan bir kıza sevdalıymış. Kayalara yaklaşırlarsa bir koya girebileceklerini ve fırtınadan kurtulacaklarını söylemiş babasına. Baba ise kayalara çarpıp parçalanacaklarını, buralarda koy olmayıp yalçın kayalıklar bulunduğunu iddia eder dururmuş.

Aralarında öyle şiddetli bir itiş-kakış başlamış ki, baba tam kayalara çarpacaklarını sandığı an, oğlunu bir kürek vuruşuyla denize atıp dümene geçmiş. Bir de bakmış ki deniz dönüyor, dümdüz, çarşaf gibi bir koya dönüşüyor. Baba gemisiyle bu koya sığınmış. Gemisi ve yükleri kurtulmuş ama oğlunun da ölüsüne yanmış tutuşmuş.
Günlerce yas tutmuş, denize ağlamış. Gözyaşları, haykırışları boncuk boncuk kumsallardan sekerek karşı yamaçları sarmış. Belcekız sevgilisinin öldüğünü duymuş ve kendisini denize atarak sevgilisine kavuşmayı düşlemiş. O günden sonra, oğulun öldüğü yere Ölüdeniz, kızın öldüğü yere de Belcekız denmiş.

Fethiye’den Ölüdeniz’e çamlar arasından giden yol 15 km. İnişli çıkışlı yolun sonunda birden göz alıcı müthiş bir mavi çıkıveriyor karşınıza. Burası ünlü Belcekız Koyu. Koyun içinden uzanan kumsal Ölüdeniz’le birleşiyor. Ölüdeniz’in kıpırtısız, kristal berraklığındaki suyu eşsiz beyaz kumla kucaklaşıyor. “Tanrının dünyaya bağışladığı cennet” olarak nitelendirilen Ölüdeniz, yaklaşık 3 km’lik bir kumsala sahip. Maviyle yeşilin iç içe geçtiği bu doğal lagün gerçekten de eşsiz güzellikte.

Kelebekler Vadisi
Derin bir vadinin tabanında yer alan Kelebekler Vadisi Fethiye’nin en güzel koylarından biri... Vadide ilkbahar aylarından başlayarak yılın büyük bölümünde aralarında kaplan kelebeklerinin de bulunduğu 40 çeşit kelebeği görmek mümkün. 1. derecede doğal SİT alanı ilan edilen vadide biraz zahmetlice tırmanıştan sonra milyonlarca kelebeğin kayaları, ağaçların gövdelerini ve yapraklarını, kısacası heryeri bir şal gibi örttüğünü görmek çok şaşırtıcı bir etki yaratıyor insanda.

Bu şal doğalmış gibi gelse de bir ses ve hareketle havalanan kelebekler bu kez gökyüzünü şenlendiriyor ve vadiye bir gölge düşüyor.

Kelebekler Vadisi’ne gitmek için Ölüdeniz’den bir tekneye binmek zorundasınız. Vadiye ulaştığınızda, konaklama tesisi olmadığı için isterseniz uyku tulumuyla kumsalda uyuyabilirsiniz.

Doğa yürüyüşleri konusunda tecrübesi az olanlar vadinin yukarısına tırmanmak için kendilerini çok zorlamadan birinci şelaleye kadar çıkmakla yetinsinler. Kendine güvenenler çıkışı sürdürürse kelebeklerle dolu o müthiş manzaraya şahit olacak ve bu görüntü size yorgunluğunuzu unutturacaktır.


Saklıkent

Fethiye’nin hemen arkasında, yüksek Toros Dağları’ndan gelen coşkun suların aşındırmasıyla oluşan Saklıkent kanyonu sıcak yaz günlerinde yürüyüş için ideal bir yer. Soğuk sular içinde yapacağınız bir yürüyüşle serinleyebilir, yöre mutfağından farklı lezzetleri tadarak zorlu bir yolculuk için biraz olsun güç toplayabilirsiniz.

300 metre derinliğindeki kanyonun içine doğru bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız bu delice akan buz gibi suyu geçmek zorundasınız. Suyun dibi taşlı olduğundan lastik ya da bez ayakkabınızı yanınıza almayı unutmayın…

Kanyon kimi zaman daralarak, kimi zaman engebeli bir biçimde 18 km sürüyor. Küçük kaya tırmanışları, sürünerek deliklerden geçmek gibi bir dizi zorluklardan sonra küçük şelalede soluklanabilirsiniz.

12 Adalar

Fethiye’ye gidip de tekne turuna katılmamak olmaz. Fethiye Körfezi’nin batı ve kuzeybatı yönünde sıralanmış adalara iskeleden motor turları düzenleniyor. Tekneler genellikle sabah saat 10.00-11.00 arası kalkıp akşam üzeri geri dönüyor.

Fethiye Körfezi’nin ağzında, körfezi koruyormuş gibi duran ilk ada Şövalye Adası. Geçmişte Rodos şövalyelerinin yaşadığı adada bugün de yerleşim var. Yazlıklar, motel ve kafelerin bulunduğu ada tur dönüşü son mola yeri.

Kızılada, Delikli Adalar, Yassıca Adalar, Tersane Adası, Domuz Adası ve diğerlerini görebileceğiniz tekne turunda Kleopatra Hamamı’nda mola veriliyor. Burada bir bölümü sular altında kalmış Bizans manastırının kalıntılarını görmek mümkün. Kleopatra Hamamı ya da Yavansu’dan tepeye doğru yapılacak trekkingle antik kent Lydae kalıntılarını gezip sonra da Tersane Adası’nın rüzgarlı havalarda bile durgun koyunda iyi bir balık ziyafeti çekebilirsiniz.

Günübirlik tekne turlarının bir bölümü, Şövalye Adası’ndan sonra Göcek yönüne değil, Ölüdeniz yönündeki ada ve koylara sefer yaparlar. Şahin ve İblis Burunları aşılarak Gemiler adasına ulaşılır. Yolculuğun bu tarafı, Göcek yönüne göre biraz daha dalgalıdır ve alışık olmayanları deniz tutabilir.

Gemiler Adası’nın eski adı Aya Nicola’ydı. Aynı adlı kilise, manastır ve şapeli burada görebilirsiniz. Büyük kilisenin fresklerini yok olmadan gidip görmelisiniz. Deniz kıyısında sarnıç, tepede saray kalıntıları var. Saray ile aşağıdaki kilise arasında yer alan 500 metre uzunluğundaki tünelin bazı kısımları yıkık durumda. Tünel içindeki merdivenlerin aralarında 17 durak var. Bunlar İsa’nın çarmıha gerilmeye götürülürken 17 defa dinlenmesini temsil ediyormuş. Tarihi kalıntıların bir kısmını adanın sahilinde sular altında görmek mümkün. Korunaklı olması nedeniyle teknelerin demirlediği yerlerden biri olan Gemiler’in çevresinde Beştaşlar, içinde tatlı su kaynağı bulunan Soğuksu, denizin oluşturduğu mağarası ile Kısık Koyu’nun batısındaki Akkule ve çevre koylar tekne gezileri sırasında uğranan diğer yerler...

EĞLENCE

Fethiye'de gece hayatı da oldukça canlı. Barlar sokağı yaz aylarında bambu sandalyeli kafe-barlar, Irish pub’lar, türkü barlardan tutun da, diskolara kadar pek çok seçenek sunuyor. Çalış civarında kuytu barlar keşfedebilir, yerel müzik gruplarının canlı performanslarını izleyebilirsiniz.

Fethiye'nin alternatif eğlence mekanları da var. Bunlar ilginç dekoruyla ve canlı müzik programlarıyla yabancı turistlerin de beğenisini topluyor. Gece hayatını seviyorsanız, otellerin barlarını da ziyaret etmeyi unutmayın. Sürpriz programlar ve animasyonlarla karşılaşabilirsiniz.

Tarihçe...

Likya uygarlığının bu önemli kentinin kuruluşu efsanede şöyle anlatılıyor: Tanrı Apollon, Finike kralı Agenor’un küçük kızına sevdalanır. Ama kız çok utangaçtır ve Apollon’un aşkına bir türlü karşılık vermez.

Bunun üzerine Apollon küçük sevimli bir köpeğe dönüşerek kendini kıza sevdirir. Bir oğulları olur ve adını Telmessos koyarlar. Kentin antik adı da buradan gelir. Antik çağda Telmessos, “kâhinler kenti” olarak ünlenir. Perslerin tüm Likya kentlerini ele geçirmesiyle Telmessos da Pers egemenliğine girer.

İskender’in Persleri yenmesiyle onun, daha sonra Bergama Krallığı’nın egemenliğini yaşar. Bergama’nın çöküşüyle Likya Federasyonu’na bağlanır.

1284’te Menteşeoğulları, 1424’te Osmanlı topraklarına katılır. Bugünkü adını ise 1934’te şehit pilot Fethi Bey’den alır.

SAMANDAG

Doğu Akdeniz’in Asi Coğrafyası...
SAMANDAĞ








Bazı yerlere denizler hayat verirken, bazı yerlere de nehirler hayat verir. Doğu Akdeniz’in ilk liman kentlerinden biri olan Samandağ’a, hem Akdeniz hem de Asi Nehri hayat veriyor. Musa Dağı ve Yayladağı arasındaki Asi Nehri deltası üzerinde yükselen Samandağ, Asi’nin verdiği coğrafi zenginliği, kültürü ile birleştiriyor.



Coğrafi konumu ve tarihi zenginliği ile Samandağ’ında pusulanız hep bir fazla yön gösterir. İki ulu dağın arasına gizlenmiş bir cennet vadisi gibi yemyeşil ve bereketli… Sahili de bir o kadar güneşli ve yaşam dolu. Samandağ bir hikaye gibi okunabilir. Gerçekle düş arasındaki bir çizgi gibi yaşanır Samandağ…
Samandağ’ı anlamak için önce, tarih içinde bir geziye çıkmak gerekir. Bu gezi için günümüzden tam 2300 yıl kadar geriye gidelim. Balkanlar’dan Anadolu’ya, Mezopotamya’dan Hindistan’a kadar her yerin Büyük İskender adıyla anıldığı yıllara... Büyük İskender’in komutanlarından biri olan Seleucus Nicator (Muzaffer Selevkiyeli) bir liman kenti kurar: Seleucia Pieria yani Selefkiye. Efsanelere göre burası adını Nicator’un babası Antiochus’tan alan Antakya’nın da ilk doğduğu yerdir. Kısaca Samandağ kent yaratan kenttir. Zamanla Antakya önemli bir yer haline gelmiş olsa bile, Samandağ her zaman bir liman bölgesi olarak hem askeri hem de ticari açıdan vazgeçilmez bir yer olarak dikkatleri çekti. Samandağ’ın günümüzde sahip olduğu kültürel renkliliği, zenginliği şehrin kuruluşunda bile mevcut olan bir şeydi, yani çok kültürlülük Samandağ’ın tarihinde vardır. Denizi, bitki örtüsü, tarımsal zenginliği ve insanlarıyla bu yöre o kadar ünlenir ki, eski tarihçiler buraya ‘Verimli Hilal’ demiş. Bizim anlatacağımız hikaye de buraya, bugün ki adıyla Samandağ’a dairdir. Musadağı ve Yayladağı arasında kalan bir coğrafyanın izini süreceğiz. Samandağ adının dönüşümü de kültürel çeşitliliğini ele veriyor aslında. Helenistik dönemde Antakya’nın Akdeniz’e açılan bir limanı haline gelen Seleucia Pierria, Haçlı Seferleri döneminde Filistin ve Kudüs’e giden Hristiyan birliklerin aktarıldığı bir liman haline gelmiş. Bölgeye Müslümanların hakim olmasından sonra geleneksel Arapça adını almış; Süveydiye. 1948 yılında adı resmen Samandağ olarak değişse de yörede burası hala geleneksel adıyla bilinir. Samandağ’ın tarihsel hikayesini anlatmak sayfalarca yer alır, biz onu bir kenara bırakıp, günümüzde yaşanan çeşitliliğe ve doğal güzellikleri tanıtalım. Samandağ bir sahil bölgesi olmasına karşın ulaşım bugün en kolay, Antakya üzerinden yapılıyor. Antakya-Samandağ arası işleyen minibüslerle 20 dakikada ilçe merkezine varıyorsunuz. Samandağ’a gelirken yeşillikler arasından uzanan yolunuzun üzerinde birçok belde tabelası görürsünüz. Özellikle yolun sol tarafında St. Simeon Manastırı’na giden yönü gösteren tabela ilginizi çekebilir. Bir sütun üzerinde 40 yıl yaşadığına inanılan Aziz Simeon’un kurduğu bu manastırda ‘Terk-i Dünya’ tarikatı doğmuş, yayılmış. Bu manastır kalıntısına çıkmak için Değirmenbaşı Beldesi’nden ayrılan yola girebilirsiniz. Samandağ ise dümdüz önünüzde ilerleyen yolun sonunda sizi bekliyor. Yolunuz ilerledikçe yeni yapılmış, satışa hazır tandırları yol kenarında dizi dizi görürsünüz. Samandağ’ın özellikle merkezden biraz uzaktaki yerlerinde her evin bir tandırı var, ekmeklerini kendileri yapıyorlar. Samandağ’ın inanılmaz güzel tandır ekmeği var, hem kokusu hem tadı damağımında kalıyor. Samandağ’a girdiğinizi Fevvar Çayı üzerindeki küçük köprüden anlayabilirsiniz. Artık resmen Samandağ’dasınız. İlçe meydanında küçük bir park bulunuyor. Yemyeşil olan bu parka yöre halkı Küçük Alan diyor. Çevresinde küçük dükkanlar, mağazalar, pastaneler var. Meydanda Antakya-Sahil yönünde çalışan minibüslerin de katıldığı yoğun bir araç trafiği yaşanıyor.


YAYLADAĞI, SAHİL ve ÇEVLİK

Samandağ’ın bir ucu Yayladağı’na dayanır diğer ucu Musa Dağı’na. Bu iki yükselti arasında bir ova ve delta özelliği ile kendini gizler Samandağ. Hem sert mevsim koşullarından hem de insanlardan. Yayladağı kışın karını ve soğuğunu tutar ve Samandağ’a neredeyse hiç kar yağmaz. Kışları serin bir hava ile yemyeşil doğa bahara kadar kendini gösterir. Yayladağı sınırında Dağdükler bölgesi tüm Samandağ ovasını ve Sahili görmeniz için eşsiz bir görüş açısı veriyor. Asi Nehri’nin Akdeniz’le buluşmasını buradan çok net görebiliyorsunuz. Bu köyün resmi adı Gözene, ama Dağdükler olarak biliniyor. Çünkü bu köyde yaşayan herkesin soyadı Dağdük. Kime sorsanız soyadı mutlaka Dağdük! Sebebi de hepsinin tek bir aileden geliyor olması. Hatta Suriye’de de Dağdük adlı bir yerleşim varmış, aynen burası gibi.

Yayladağı’nın hemen eteklerinde, Dağdüklerin’in aşağı bölgesinde Meydan Köyü bulunuyor. Ancak bu sahil yerleşimine gitmek için Yayladağı’ndan inmek ve Tekebaşı Belediyesi içinden geçmek gerekiyor. Meydan Köyü özellikle maydanoz üretimi ile öne çıkmış bir yer. Bir de Samandağ sahili tam bu noktada başlıyor ve Musa Dağı eteklerine kadar hiç kesintisiz tam 14 km boyunca uzanıyor. Samandağ sahili altın kumu, masmavi göğü ve Akdeniz’i ile yazın en çok turist çeken yerdir. Aynı zamanda birçok hayvan ve bitki türüne de ev sahipliği yapıyor bu sahil. Samandağ’ın doğal dokusu o kadar zengin ki… Örneğin Akdeniz’de yaşayan kaplumbağaların yüzde 25’i yavrulamak için Samandağ sahiline geliyor. Onlar buranın en eski yerlileri aslında. Tam 95 milyon yıldır onlar buradalar. Caretta caretta (iribaş kaplumbağa) ve Chelonia mydas (yeşil kaplumbağa) yazın sıcağında sahile gelerek ayaklarıyla açtığı çukura yumurtalarını bırakır ve 50-60 gün sonra yavrular sahil kumlarının içinden çıkmaya başlar. Doğal hayatı korumak için resmi görevlilerin yanısıra gönüllü ekipler de sahilin temizlenmesine yardımcı oluyor. Sahil kirden kurtuldukça sahip olduğu güzellikleri olduğu gibi gösteriyor. Kum zambakları açıyor Samandağ kumsallarında. Kumul bitkileri yönünden de zengin bu sahil. 200 bitki türü tespit edilmiş sahilde. Ocak-şubat döneminde Samandağ nergis kokar buram buram. Ne yazık ki Samandağ sahili Antakya’dan Asi Nehri ve Akdeniz’den dalgalarla gelen atıklarla boğuşuyor. Neredeyse günlük temizlenmeye ihtiyaç duyuyor. 1991 yılında kurulan Samandağ Çevre Koruma ve Turizm Derneği doğal hayatın korunması noktasında yöre halkını bilinçlendirmek için çalışmalar yapıyor. Hatta www.septos.net adlı internet sitelerinde hem doğal hayat hem de Samandağ hakkında geniş bilgi veriyorlar. Eski Asi yatakları da yörenin bir başka zenginliğini oluşturuyor. 1970’li yılların ortalarında Asi’nin yatağa Samandağ ovasından kaydırılarak yeni bir yatağa taşınır ve setlerle önü kesilir. Böylece eski yataklar bataklık görünümleri ile turizm açısından elverişli yerler haline gelmiş. Tek sorun bu yerleri doğal alan olarak koruma altına almak. Dernek yöneticisi ve araştırmacı İsmail Zübari bize yörenin tarihi ve doğal dokusu hakkında bilgi veriyor. Görüyoruz ki büyük ölçüde bozulmamış dokusuyla Samandağ zaman çemberinde yoluna devam ediyor. Zübari, Samandağ’ın görülmesi için nedenleri şöyle sıralıyor: “Son zamanlarda alternatif turizm çeşitlerini geliştirdik. Eko-turizm olanağımız var. Tarihimiz, doğamızı ve kültürümüzü birarada yaşatacağımız ve sergileyebileceğimiz eko turlar büyük ilgi görüyor. Kaplumbağalarımızı yumurtlama ve yumurtadan çıkma döneminde görmeye gelebilirsiniz. Tarihi yönümüz henüz tam olarak ortaya çıkarılmamış. Eğer antik Selefkiye antik şehri kazılıp ortaya çıkarılırsa, Efes’ten çok daha büyük ve zengin bir antik kent gün yüzüne çıkacaktır. Bir şansımız daha var. Antik limanımızın hala yeri belli ve şehrin içinde. Efes’in artık bir limanı yok, toprakla dolmuş ve yok olmuş. Bizim limanımızın yeri bataklık olarak duruyor, surları duruyor. Antik çağın en prestijli projelerinden biri olan Titus Tünelimiz de görülmesi gereken bir başka değer. Köylere ve yaylalara yönelik doğa turlarının yanı sıra 14 km’lik sahilimizde de turlar düzenliyoruz”
Sahilin bir ucunu Yayladağı-Meydan köyü oluştururken diğer ucunda Musa Dağı ve Çevlik bulunuyor. Çam ve kızılçam ağaçlarıyla yeşile boyanan Musa Dağı’nın sahil bölgesi ve Çevlik önemli eğlence yerlerinden. Çevlik’te, Musa Dağı eteklerindeki Titus Tüneli ve Beşikli Mağara gezginlerin ilk ziyaret ettikleri yerler arasında bulunuyor. Antik limanın kapanmaması için İmparator Vespasianus zamanında dağın delinmesi suretiyle yapılmaya başlanan tünel Titüs döneminde bittiği için onun adıyla anılıyor. 6 metre genişliğinde, 7 metre yüksekliğindeki tünel toplam 1380 metre uzunluğunda ve 130 metresinin üstü kapalı sadece. Burada yürümek için ayağınıza rahat bir ayakkabı giyseniz iyi olur. Tünelin sağında kalan Beşikli Mağara ise aslında bir sürü kaya mezardan oluşuyor. Asilzade bir aileye ait bu mezarlar Roma döneminden kalmış. Sahili kuş bakışı gören bir başka antik eser de Dor Mabedi’dir. Kapısuyu bölgesinde olan mabed tüm sahile ve Samandağ’a hakim bir konumda. Tanrılar tanrısı Zeus için yapılan mabedin günümüzde temel kalıntıları ve sütun parçaları kalmış.

Sahile paralel uzanan cadde üzerinde, kumsalın birkaç metre ilerisinde villalar ve eğlence mekanları bulunuyor. Yöre halkı düğün derneğini özellikle yaz aylarında yapıyor. Caddenin her tarafından Türkçe ve Arapça şarkılar, türküler yükseliyor, eğlenen insanların şen sesleri her yana yayılıyor. Sahil sadece eğlence yeri değil. Aynı zamanda yöre ve çevre halkı tarafından kutsal kabul edilen Hızır Ziyareti de sahilde bulunuyor. Deniz kumlarının bittiği yerde yükselen bu bembeyaz ziyaretin Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın buluştuğu yer olduğuna inanılıyor. Hatay’da birçok Hızır ziyareti bulunuyor, ancak en çok bilineni ve ziyaret edileni burası. Yolun tam ortasında bulunan ziyaretin önünden geçen araçlar ziyaret çevresinde bir ya da üç tur atmadan yollarına devam etmiyorlar. Ayrıca Samandağ’ın birçok yerinde sık sık küçük beyaz kubbeli ziyaretler görürsünüz. Burada dini büyüklere saygı hiçbir zaman azalmamış, geleneksel ilişki hep korunmuş. Deniz gündüzleri ne kadar dinginse geceleri de bir o kadar dalgalı. Dalgaların geceyi delen sesleri size huzur veriyor. Konaklamak için sahildeki tesislerden birini seçmeniz bu anlattıklarımıza tanık olma imkanı sağlayacaktır.



EN ÇOK BAYRAMIN
KUTLANDIĞI YER

Samandağ’ın iki temel özelliği ziyaretçilerin dikkatini çeker. Birincisi ve bence en önemlisi çok kültürlü insan dokusu. Arabı, Türkü, Alevisi Sünnisi, Ermenisi, Ortodoksu hepsi bu ilçe sınırları içinde içiçe yaşıyor. Bin yılda damıtıla damıtıla şekillenen bu tablo Samandağ’ın harcıdır. Samandağ’ın hangi köşesini gezseniz bu tablonun bir parçası ile karşılaşırsınız. Türkiye’nin tek Ermeni Köyü Vakıflı Samandağ sınırları içinde yer alıyor. Yemyeşil dokusu ile Vakıflı’nın çan seslerine biraz ilerisindeki Hıdırbey Köyü’nden ezan sesleri karışıyor. Bu coğrafyada içiçe yaşayan insanlar hem muhabbette hem alışverişte birlikteler. İşte bu yüzden Samandağ’da bayramlar bayramlara karışır, büyük bir şenlik yaşanır yıl boyunca. Ramazan ve Kurban Bayramları, Noel ve Meryem Ana Yortuları, Kadir Hum günleri tüm Samandağlılar’ın bir araya geldiği, birbirlerine iyi dileklerini sundukları özel günlerdir. Karşılıklı ziyaretlerin ardı arkası kesilmez. O yüzden burada komşuların iyi niyet dilekleri “Allah herkese kendi dininde yardımcı olsun” şeklindedir.

Tarihi Selefkiya kentinin 12 kilometrelik surlarından bugün geriye sadece kapısı kalmış. Surlar ne olmuş derseniz onlar yeni gelenlerin evlerinde kullanılmış. Eski Samandağ evlerinde Selefkiya’nın tarihi gizlidir. Yolunuza ya bir lahit çıkabilir ya da Helenistik çağa ait bir kabartma. Hiç şaşırmayın, Samandağ’dasınız. Samandağ ilçe merkezi yoğun bir yapılaşma gösteriyor. Modern binaların betonarme yığınlarının sonrasında bahçeler içinde villalar, daha ilerlerde ise yeşile boğulmuş köy evleri bulunuyor.
Samandağ’ın bereketli toprakları insan ilişkilerine de yansımış. Doğal ürünleriyle son yıllarda hızla gelişen Vakıflı Köyü’nden biraz ilerde yer alan Hıdırbey Köyü’de narenciye alanında gelişmiş. Köy meydanında bulunan ulu bir çınar ağacı ise ziyaretçileri buraya çekiyor. Koruma altına alınmış olan bu ağacın 800 ile 1000 yaşları arasında olduğu tahmin ediliyor ancak yöre halkı daha eski olduğuna, 2 bin- 3 bin yaşlarında olduğuna inanıyor. İnanışa göre, Hz. Musa buraya geldiğinde asasını yere saplamış, daha sonra baktığında asa yeşermiş. İşte bu ulu çınar Hz. Musa’nın asasıdır. Ağacın gövde çevresi 35 metre ve dalları tüm meydanı kaplamış durumda. Köprü yapımı ve meydan düzenlemesi nedeniyle meydan toprakla doldurulmuş ve yükseltilmiş, böylece ağacın gövdesinin kalın kısmı toprak altında kalmış. Görülen kalınlık 15-16 metre civarında. Hıdırbey evleri taştan yapılmış. İki katlı bu evler portakal bahçeleri içinde. Ne zaman gitseniz ya dalda ya da yerde portakal, mandalina görürsünüz. Samandağ’da 20 bin hektar naranciye, 17 bin de zeytin dikim alanına ulaşılmış. Samandağ’ın toprağından bereket fışkırıyor sadece yapılması gereken doğru tarım yöntemlerinin uygulanmasıdır.

Samandağ’ın diğer özelliği de baştan beri belirttiğimiz gibi bereketli toprakları. Aslında hem denizi hem toprakları bereketli Samandağ’ın. Bir tarafında Yayladağı, bir tarafında Musa Dağı ile Samandağ, denize açılan bir ova görünümünde. Sahili delta bereketine sahip. Yüksek kesimlerinde narenciye bahçeleri bol. Yükseklerde Hıdırbey ve Vakıflı Köyleri, Cemal Gürsel ve Şükrü Kanatlı Mahallesi yani bütün vadi portakal ve mandalina bahçeleriyle doludur. Ne yana gitseniz yere dökülmüş portakal ve mandalinaların çevreye yayılmış kokusunu duyarsınız. Sahile doğru indiğinizde ise maydanoz ve diğer çiçeklerin yemyeşil görüntüsü var.
Samandağ’ın ipek dokumacılığı da ünlüdür. Mehmet ve Şerif Arat kardeşler geleneksel el dokuması ipeklerle renk renk gömlekler, kravatlar, hediyelik eşyalar üretiyorlar. Ayrıca ev yapımı defne yağı ve sabunu da yörenin zenginlikleri arasında.

Şehirden, kalabalıktan sıkıldım diyorsanız Batıayaz Yaylası’na çıkarak Akdeniz’in insan ruhunu özgürleştiren havasını içinize çekebilir, Yeşilyazı Köyü’ne giderek Türkiye’nin ilk çıkan can eriklerinden tadabilirsiniz. Nisan ayında portakal çiçeklerinin kokuları sarar Samandağ ovasını, ekimde zeytinin kendine has rengi. Bu yazı daha da uzayabilir ama dediğimiz gibi Samandağ’da pusulanız hep bir fazla yön gösterir.

Yazı: Engin Buz

Fotoğraf: İsmail Zübari

KULA






EGE'DE
BİR
ANITKENT:

KULA
Tarihi dokusu ve doğal güzellikleriyle Ege'de bir anıt kent gibi yükselen Kula, bölgenin kendine has sıcaklığını dört mevsim misafirleriyle paylaşıyor.

Yolumuz bu sefer Manisa il merkezine 140 km uzaklıktaki Kula’ya düştü. Ege’nin kültürel dokusu içinde kendisine has şivesi ve evleri ile Kula karekteristik özelliklere sahip. Manisa’nın bir ilçesi olan Kula geniş düzlükleri ile İzmir’in arka bölgesinde yer alır. Kula, Manisa’nın bir ilçesi olmasına karşın Uşak’a daha yakın. Bu nedenle İzmir otogarından Ankara yönüne giden otobüsle Kula’ya ulaşıyoruz. Kula bizi bozkırın ortasında Ege’nin tarihi evleri, kaplıcası, leblebisi, battaniyesi, Anadolu’nun en genç yanardağı Divlitve tüm Anadolu’nun kültür hayatını etkileyen Yunus Emre ve Tabduk Emre’sinin selamı ile karşılıyor. Birçok yönden bozulmamış dokusuyla Kula bir anıt kent olarak Ege’nin bağrında saklı duruyor.
Ege’yi İç Anadolu’ya bağlayan yol tam da Kula’nın ortasından geçiyor. Bu nedenle önemli bir güzergah ve kavşak noktası konumunda. Bu güzergah üzerinde ilerlerken Kula’ya geldiğinizi ya tabelalara bakarak ya da Kula’nın hemen arkasında tüm heybetiyle yükselen Türkiye’nin en genç yanardağı Divlit’i görerek anlayabilirsiniz. Divlit ve sönmüş lavlarının yüzeyde yarattığı etki görenleri uzun süre kendine hayran bırakıyor. Kula’nın dış görünüşü sizi yanıltmasın, onun zenginliklerini keşfetmek için içine girmeli, dar sokaklarında yürümeli ve birkaç eve konuk olmalısınız.


GELENEKSEL EL İŞÇİLİĞİNİN SÖNMEYEN ATEŞİ

İlçe merkezini Yunus Emre Caddesi olarak tanımlayabiliriz. Bu cadde üzerinde hem bütün mülki ve idari makamlar bulunuyor hem de birçok dükkan. Kula’yı gezmeye hayatın çok hızlı aktığı Yunus Emre Caddesi’nden başlamak en doğru karar olacaktır. Yunus Emre Caddesi’nde yer alan belediye binasının hemen önündeki park nüfus ve araç yoğunluğundan nasibini alıyor. Hatta bu yemyeşil park, pazartesi ve cuma günleri kurulan pazarın en yoğun etkileşim merkezi.
Pazartesi bu meydan ana baba gününe dönüşüyor, kadınlar erkekler, çocuklar, köyden alışverişe gelenler, yöre esnafı kimi arasanız burada. Kula 7 mahalleden oluşmasına karşın onlarca köye sahip ve nüfusunun önemli bölümü hala kırsal alanda yaşıyor. Tarımdan geçinen bu nüfus için ilçe merkezinde kurulan pazar, hem alışveriş hem de buluşma açısından büyük önem taşıyor. Parkın duvarlarında köyden getirdikleri ürünleri sergileyip, satanlar, el dokuması halı ve kilimleri sergileyenler kimler kimler yok ki. Bir köşede kadınlar oturup sohbet ediyor, diğer tarafta erkekler yoğun bir muhabbetin içinde.

Parkın tam karşı sokağı geleneksel el sanatlarının devam ettirildiği küçük atölyelerle dolu. Kula geleneksel el sanatlarını koruma noktasında başarılı olmuş. Hala usta-çırak ilişkisi ile şekillenen, babadan oğula geçen küçük atölyelerde el sanatları yaşamaya devam ediyor. Demir işçiliği, kalaycılık, keçecilik, semercilik, ayakkabıcılık ve daha birçok el sanatı geniş bir nüfusun geçim kaynağı. Bu sokaklardan geçerken çekicin, örsün sesini duyacak, ocaklardan çıkan kızgın sıcaklığı hissedeceksiniz. Atölyelerin, dükkanların önü el emeği göz nuru bu eserlerle dolu, daracık sokaklarda gezerken sanki ayağınıza dolanacaklarmış gibi bir tedirginlik duyuyorsunuz.

Kula’da dokumacılık da önemli bir sanat dalı. Paralel biçimde dokunmuş pastel renklerden oluşan battaniyeler iyi birer hediyelik adayı. Ünlü Kula battaniyeleri sizleri kışın soğuklarda ısıtmak için rengarenk renkleriyle çarşıda bekliyor. Bu tarihi çarşının hemen yanı başında Kula tarihi hamamı bulunuyor. Restorasyon çalışmalarıyla tekrar kazanılan bir yapı.
COĞRAFİ HARİKALAR DİYARI

Kula’nın coğrafyası da oldukça ilginç. Türkiye’nin en genç volkanik oluşumu burada bulunuyor. Kula aslında alçak tepelerle çevrili volkanik bir arazi üzerine kurulmuş. İlçe sırtını Divlit tepe volkan konisine dayanış, karşıdan bakıldığında oldukça güzel bir görüntü ortaya çıkıyor. Divlit 20 bin yaşında genç bir oluşum ve üzerinde hala bitki örtüsü yok, yeşilden yoksun koyu kahverengi bir renge sahip. İki volkan konisinden biri Kaplan ve Sandal köylerinin kuzeyinde, diğeri de Salihli- Demirci yolunun kuzeydoğusunda gezebilirsiniz. Kulalıların Çakallar Tepesi ya da Divlittepe dediği büyük koni yaklaşık 1 km ötesindeki Küçük Divlit Baraj gölüyle eşsiz bir manzara oluşturuyor.
Kula’nın önemli turistik mekanlarından birini de kaplıcaları oluşturuyor. Sağlık turizmi açısından büyük önem taşıyan Kula kaplıcaları Değirmenler ile Şehitoğlu köyleri arasında bulunuyor. Yaklaşık 60 derece sıcaklığında yüzeye çıkan kükürtlü sular turizm için önemli bir potansiyel oluşturuyor. İki hamamdan oluşan Emir kaplıcaları Kula’ya 17 km uzaklıkta bir yamaçta bulunuyor. Akpınar mevkiinden çıkarılan Kula maden suları hazım sorunlarına yardımcı oluyor.Kula’nın bir başka coğrafi harikaları da peri bacalarıdır. İzmir-Ankara karayolu üzerinde, Kula’nın 16. km uzağında Burgaz Köyü civarında bulunan peri bacaları burayı adeta Kuladokya’ya çeviriyor.


TARİHİ VE KÜLTÜREL MİRAS: KULA EVLERİ

Kula’nın birçok noktasına yayılmış tarihi yapılar bulunuyor. Evler, camiler, çeşmeler, türbeler hiçbir zarara uğramadan günümüze kadar gelmişler. Kula, Yunan işgali döneminde yakılıp yıkılmayan tek yer. Bu yıkımdan payını almayan Kula, böylece Osmanlı kültürel geçmişini günümüze kadar taşımış. Kula’nın koruma altındaki tarihi evleri geleneksel Ege yaşamının izlerini taşıyor bugünlere. Geniş ailelerin toplum için ne kadar önemli olduğunu gösterir gibi duran bu eski büyük yapılar Kula sokaklarına yayılmış durumda. 18. ve 19. yüzyıldan kalma tarihi Kula evleri hem mimari hem de kültürel özellikleri nedeniyle önem taşıyor. Genellikle iki katlı olan Kula evlerinin hepsinde küçük de olsa bir avlu yer alıyor. Bu avlu ev içinde günlük hayatın ve dışarıyla ilişkilerin kurulduğu yerdir. Yazları avluda halılar dokunur, çamaşırlar yıkanırdı. Avlular sokaktan genelde 3 metre yüksekliğindeki duvarla ayrılmış. Avlunun sokağa açılan kapısı ise çift kanatlı ve ahşaptır. Dış kapı üzerindeki kapı tokmakları da bir sanat eseridir. El biçiminde, hayvan motifli, L biçiminde ve halka şeklindeki kapı tokmakları yaygın olarak kullanılmış. Evlerin zemin katında ahır, kiler, mutfak gibi günlük yaşamın geçtiği mekanlar bulunuyor. Eski evlerde fırın ve hela avlunun bir köşesinde yer alırken, iç sofalı evlerde bunlar ana binanın odalarına alınmış. Örneğin Küçük Göldeliler ve Bekirbeyle evlerinde birer hamam bulunuyor. Bazı evlerde zemin katın altına yapılan bodrum katta yiyecekler saklanırken, bazen de zemin katla üst kat arasına yapılan ara katlar, kışın oturma odası olarak kullanılırdı. Oturma odaları genelde üst katlarda bulunurdu. Açık sofalı evin bir cephesi sokağa bir cephesi de avluya bakar. Sokağa bakan cephe ahşap kafesle ya da panjurlu pencerelerle kapatılmış. Kula evleri kendi içlerinde farklı mimari uygulamalar ortaya koymuşsa da genellikle baş oda misafirler için ayrılmış. Geleneksel Türk-Osmanlı ev mimarisinde görülen sekiüstü ve sekialtı bölümlemesi Kula evlerinde de yer alır. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra yapılan evlerde bu ayrımdan vazgeçilmiş. İşlevsel amaçlarla yapılmış olan Kula evlerinde süslemeler evin içinde, dış duvarlarda, ince ahşap oymalar, sofa ve başoda tavanlarında kendini gösterir.
Ahşap nakış inceliğinde işlenerek yüzyıllara meydan okuyacak bir sanat ürünü olarak Kula evlerinde yerini almıştır. Kula’daki tarihi evler sahiplerinin adlarıyla anılıyor. Hacı Recepler, Beyzaoğlu, Küçük Göldeliler, Bekirbeyler, Zabunlar, Gülmezler bir zamanlar sahip oldukları evlerle isimlerini yaşatıyor. 19. yüzyıl sonlarında yapılan evlerde ise avlunun yerini sofa alıyor ve buranın kapısı sokağa açılıyordu. Ev avluları kayrak taşı ile döşenirken, üst katlarda yoğunlukla ahşap kullanılmış, döşemelerde ahşabın ince işçiliği bugünlere miras bırakılmış. Bir de kök boyalarla renklendirilen ünlü Kula halılarını. Kula’nın zamana meydan okuyan yapıları sadece evleri değil. Camiler, türbeler, hanlar, çeşmeler, taş köprüler çok fazla tahrip olmadan günümüze gelmiş. Soğukkuyu Cami, Hacı Abdurrahman Cami, Paşa Cami, Kurşunlu Cami, Süleyman Şah Türbesi, Sungur Bey Hanı, Beş Ulalı Çeşme, Bahas Köprüsü, Yeni Hamam, Çukur Çeşme bu eserlerden sadece birkaçı.

Kula aynı zamanda 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in de doğduğu yer. Evren Ailesi’nin oturduğu tarihi Kula evi bugün müzeye dönüştürülmüş. Akgün Mahallesi 86 Sokak’ta bulunan Kenan Evren Etnografya Müzesi aslında Rum mimarisinden bir örnek oluşturuyor. İki katlı evin bodrum katı kiler ve şarap saklama yeri olarak kullanılmış zamanında. 1985 yılında restore edildikten sonra açılan müzede Kenan Evren’e ve ailesine ait eşyaların yanı sıra yöresel eşyalar da sergileniyor. Bu müzenin tam karşısında yer alan 100 yıllık Türk Evi ise hem mimarisi hem de sergilenen eşyalar ile dikkat çekiyor.


ÇORUM’A LEBLEBİ KULA’DAN GİDİYOR!

Kula’nın meşhurları listesinde leblebisini belirtmeden geçemeyiz. Leblebi burada onlarca çeşit tada, renge, kokuya bürünüyor. Hatta leblebileriyle ünlü Çorum bile, aslında leblebilerini buradan alıyormuş. Leblebicilik bir sanayi faaliyeti haline gelmiş burada. Leblebiciler Sitesi bile var. Şeker ve baharat kaplı leblebi çeşitleri Kula’nın her yanında satılıyor. Ankara Asfaltı üzerinde bulunan Kula Pazarı’nda leblebi ile birlikte kuruyemiş çeşitleri, hediyelik eşyalar, deri eşyalar ve Kula dokumaları ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.


YUNUS’UN AŞK DİLİ, TABDUK’UN HAKİKAT KAPISI

Anadolu’nun büyük ozanı Yunus Emre’yi sahiplenenler arasında Kula’nın Emre Köyü de vardır. Anadolu’nun birçok yerinde bulunan Yunus Emre mezarlarından biri Kula’daki Tabduk Emre türbesinin tam kapısında yer alıyor. “Koyun yatayım Şeyh eşiğinde/ Dönmedim Şeyhimden ne döneyim” diyerek ondan ayrılmayan Yunus Emre’nin türbe eşiğinde yattığına inanılıyor. Tabduk Emre, Hacı Bektaş Veli’nin halifelerindendir. İlk başta Hacı Bektaş Veli’nin davetine gönülsüz olan Tabduk Emre, onun elinin içindeki yeşil beni görünce üç kez “Tabduk sultanım” demiş, adı da öylece kalmıştır. Yunus Emre’nin Tabduk Emre’nin kapısına gelmesi de güzel bir hikayedir. Bir Karamanlı olan Yunus Emre, köylerinde kıtlık olması nedeniyle Hacı Bektaşı Veli’ye buğday istemeye gider. Hacı Bektaş ona ‘buğday mı istersin, himmet mi” deyince, Yunus da buğday ister. Ancak yarı yolda pişman olan Yunus Emre, Hacı Bektaşı Veli’ye gidince o da “Biz o anahtarı Tabduk Emre’ye verdik. Git ondan al nasibini” der. Böylece Yunus Emre, Tabduk Emre’nin dergahına bağlanır, çilesini doldurur ve bugün dahi unutulmayan bir ses, aşık bir yürek olur. Yunus Emre’nin mezarı bir çatı ile kapatılmamıştır. Mezar taşında da bir balta resmi vardır. Bu, onun uzun yıllar dergaha odun kestiğini anlatıyor. Bugün de ziyaret edilen bu türbeye hastalar, çocuğu olmayanlar dua etmeye gelir. Ziyaretten sonra çocuğu olanlar da adlarını Yunus koyuyormuş, yani Yunus her gün yeniden doğuyor.
Kula, Kulalılar için bir sevdadır desek doğru olur. Kiminle sohbet etmeye kalksanız hemen sıcakkanlılıkla bir demli çay eşliğinde sohbete başlıyorlar. Kula Belediyesi Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Şahin gerçek bir Kula sevdalısı. Kula için şiirler yazmış, Kula’yı her yönüyle tanıtan kitaplar yayınlamış. İşte Şahin’in Kula’ya olan sevgisini gösteren güzel bir dörtlüğü:


Bilmem ki içimde Kula sevdası varken nere gidilir?
Divlit’ine, tarihi evlerine, çukur çeşmelerine yürek serilir
Buradayım diyen Yunus’un selamına bin can verilir
Bilmem ki içimde Kula sevdası varken nere gidilir?



KULA’NIN YENİ GÖZDE MEKANI:
SU TESİSLERİ

Yolunuz Kula’dan geçerken mutlaka Uşak Yolu üzerinde bulunan Su Tesisleri’ne uğrayarak biraz kendinize vakit ayırın. Oldukça konforlu tasarlanmış bu yeni dinlenme tesisinde hem Kula’ya özgü lezzetleri tadabilirsiniz hem de hediyelik alışverişlerinizi yapabilirsiniz. Kula’ya özgü ince su böreği, kula güveci, kuzu dolması, pide çeşitleri, höşmerim tatlısı bu lezzetlerden sadece birkaçı. Kula hem ağzınızda güzel bir tat bırakıyor hem de güzel anılar.

Su Tesisleri:0236- 816 65 15
Kula Pazarı: 0236- 816 45 05
Ek Fotoğraflar: Haluk Ünveren

KAPADOKYA

Bir Masal diyarı
KAPADOKYA








Masalımsı Peribacaları, gizemli yeraltı şehirleri, taş işçiliği ve keşfedilmeyi bekleyen yüzüyle Kapadokya, yolu düşenleri kendine aşık eden bir diyar. Kapadokya’yı gezdikten sonra masallara
daha çok inanacaksınız.


Periler şehridir Kapadokya. Masallar diyarı... Bir üçgen gibi Anadolu’nun tam ortasında saklar kendini, Medeniyetlerin beşiği Anadolu’da... Burada hangi yolda ilerleseniz önünüze beyaza yakın renkleriyle taş yapılar, yeraltı şehirlerine açılan kapılar, devasa heykeller gibi duran peri bacaları çıkar. Ürgüp, Göreme, Avanos üçgeninde gezdiğimiz Kapadokya’da yerleşimler kasaba havasında. Gittiğiniz heryer aynı gibi görünse de, farklı dünyalara girdiğinizi bilin. Avanos’un sabah ve gece sizi donduran soğukları Ürgüp ve Göreme’nin gündüz yakan sıcağı, çeşit çeşit peri bacaları, birçok medeniyetin bölgeye yayılmış eserleriyle burası hala ne kadar keşfedilse sürekli gizini koruyan bir bölge. Erciyes’in dumanlı ulu doruğunun gökkubbeyi, Kızılırmak’ın kavis çizerek toprağı tuttuğu bu yöre; geçmişten bugüne önemli bir yerleşim yeri olmuş. Geçimi taştan, evi taştan, yatağı taştan bir memleket Kapadokya.
İdari olarak Nevşehir ili içinde yer alan Kapadokya, tarihsel olarak bakıldığında daha geniş alanlara yayılıyor. Antik dönemde adı Nysa olan Nevşehir özellikle Osmanlılar da Lale Devrini başlatan Sadrazam İbrahim Paşa ile anılır. Günümüzde turistik açıdan gezi güzergahını Ürgüp, Göreme, Avanos, Acıgöl, Derinkuyu, Kozaklı, Gülşehir ve Hacı Bektaş olarak belirlemek daha doğru olacaktır. Kapadokya deyimi dönüşerek günümüze gelmiş. Kelimenin aslı Farsça Katpatuka’dan geliyor. Yani: Güzel atlar diyarı. Bir zamanlar Kapadokya Roma arenalarına yetiştirdiği atlarıyla ünlüymüş ve bugünlere sadece adını miras bırakmış. Nevşehir Otogarı’ndan çıkıp 20 dakika uzaklıktaki Göreme’ye gitmeye karar verdiğimizde bizi öncelikle hiçbir kaleye benzemeyen bir yapı karşılıyor: Ortahisar Kalesi.

Rönesans’ın ünlü ressamı Pieter Brueghel’in 1563 tarihinde yaptığı Babil Kulesi tablosu bugün Ortahisar Kalesi ile hayat buluyor. Sanki Brueghel, Kapadokya’yı gezdikten ve Ortahisar’ı gördükten sonra bu ünlü tablosunu yapmış. Bu tabloda insanların birbirinin dilini anladığı ve tanrıya ulaşmak için yaptıkları kulenin tanrının lanetlemesi ile insanların çeşitli dillere ayrılmasının hikayesi anlatılır. Kapadokyada çeşitli dilleri konuşan kültürleri yansıtır her köşesinde. Pagan inanışlardan ilk Hristiyan kiliselerine, camilerden külliyelere doğu ve batının tüm inançlarının simgeleriyle dolu. Ortahisar Kalesi tüm anlattıklarımın özeti aslında. Nevşehir - Ürgüp yolu üzerinde stratejik yüksek konumu ile Ortahisar geçmişte korunaklı bir yerleşim sağlamış. Ortahisar’dan tüm Göreme ve Avanos rahatlıkla görülebiliyor. Göreme Vadisi ayaklarınızın altında beliriyor, yanyana yapılmış küçük beyaz evler, evlerin hemen çevresinde duvar gibi yükselen peri bacaları ve peri bacaları arasında uzanıp giden yollar. Ortahisar Vadisi’nde Üzümlü Kilise, Sarıca Kilise ve başka birkaç kilisenin yanısıra doğal taş yapının oyulması ile yapılmış soğuk hava depoları bulunuyor.

Uçhisar’dan Göreme Kasabası’na indiğinizde sizi çarşının turistik havası sarıyor. Bir turiste satılabilecek her türlü yöresel ürünler tezgahlarda yerini almış. Çömlek ve alçılardan yapılmış heykelcikler, peri bacası modelleri, Ortahisar’ın üç boyutlu tabloları, yöreye has dokuma ve çanta modelleri... Çevrede Kapadokya’yı deve sırtında görmenizi sağlayan deve turcuları bile var. Göreme Açık Hava Müzesi kasaba merkezinden sadece 2 km uzaklıkta. Bu vadide ilk dönem Hristiyan inancını yansıtan yapılar ve eserler bulunuyor. Kayaların ve peri bacalarının oyulmasıyla yapılmış o döneme ait yerleşimlerin hemen hepsinde şapeller, yemekhaneler, oturma mekanları ve hatta taşların oyulmasıyla yapılmış devasa yemek masaları bulunuyor. Duvarlara işlenmiş fresklerde İncil ve Hz. İsa’nın hayatından öyküler anlatılıyor.

GAVURUN ASKERLERİ YA DA PERİBACALARI!

Kapadokya’ya insanları asıl çeken şeyin peribacaları olduğu söylenir çoğu zaman. Bir doğa harikası olan peribacaları yöre insanı için farklı anlamlara da geliyor. Doğal ve jeolojik bir tarihe sahip olan peribacalarının yöre halkı arasındaki hikayesi ise şöyle: Bir Kapadokyalı aile harmanda ekinini kaldırırken tozu dumana katarak bir ordu gelir. Bu ordu köylülerin ekinlerine, hayvanlarına el koyar. Daha sonra gene tozu dumana katarak uzaklaşırken zarara uğrayan kadın ‘Ekmeğimize, aşımıza el koydunuz. Allah sizi taş etsin” diye bağırır. Yaşlı kadının duası kabul olur ve o askerler taş kesilir. O taş askerler de peri bacalarıdır. O yüzden yöre halkı peribacalarına ‘gavurun askeri’ de diyor. Esasen peribacaları denilen yüzey şekilleri dördüncü jeolojik zamanda Erciyes, Hasandağı ve Melendizdağı’nın volkanik hareketleri sonucunda oluşmuş. Peribacalarının oluşumundan çok sahip oldukları şekiller dikkat çekiyor. Kapadokya yöresinde genel olarak üç tür peri bacası formu görülüyor. Normal ve tam oluşmuş peri bacaları ucu açılmış kurşun kaleme benziyor. Bunları daha çok Göreme civarında görüyoruz. İkinci tip peribacalarının üst kısmında ise küçük taş parçalar bulunuyor. Şapkayı andıran bu taşlarla peribacaları mantara benziyor. Bu peribacalarını daha çok Ürgüp, Gülşehir ve Açıksaray yönünde görüyoruz. Üçüncü tür peribacalarının ise kenarları dik, tepeleri sivri ve çevreleri yuvarlak. Bunlara da Zelve ve Paşabağ’da rastlıyoruz. Peribacaları bugün turistik olarak sadece gezilen, dışardan bakılan yerler değil. Eskiden ev ve yaşam alanı olarak kullanılan peribacalarının birçoğu bugün otel ve restaurant olarak da günlük yaşamın içinde yer alıyor. Kapadokya’ya gittiğiniz de peribacalarından oluşan bir pansiyon da kalabilirsiniz. Peribacalarını oluşturan volkanik maddeler hala oluşumlarını sürdürüyor, yani peribacaları aşınmalarla yeniden şekilleniyor.
Kapadokya’nın 50 yıl önceki yapısı bundan farklıydı ve 50 yıl sonra peribacalarının görünümü daha farklı olacak. Bunu herhangi bir peribacasına dokunduğunuzda hissediyorsunuz. Bizler gibi nefes alıyor sanki peribacaları, doğuyor, büyüyor ve ölüyorlar. Peribacalarının ve geniş boş arazinin yüzeyi çöllerdeki gibi kum dalgaları ile kaplanmış. Kırgıbayır denen bu şekiller az eğimli yamaçlarda beyaz dalgalar gibi göz alabildiğine uzanıyor.

Peribacaları kadar ilgi çeken bir başka doğal ve tarihi yapı karışımı da yeraltı şehirleri. Tıpkı peribacalarının olduğu gibi yeraltı şehirlerinin de yöre halkı arasında hikayeleri ve efsaneleri var. Kiminde inanılmaz hazineler olduğu kiminde yaratıklar olduğuna dair söylentiler dolaşıyor kulaklarda... Avanos’taki Özkonak yeraltı şehri ve Ürgüp’de Maziköy yeraltı şehrinin yanısıra, Kaymaklı, Özlüce, Tatlarin, Kavlaktepe yeraltı şehirleri Kapadokya yöresine dağılmış durumda.
AVANOS’TA KIZILIRMAK’IN VE ERCİYES’İN DANSI

Kapadokya’nın can damarı Kızılırmak’a doğru gidiyoruz. Türkiye’nin en uzun akarsuyu bir kavis çizerek Avanos bölgesini diğer yörelerden ayırıyor. Rengini ve adını Avanos’un kızıl kilinden alan Kızılırmak uzaklarda beliren Erciyes’in dumanlı ulu doruğu ile güzel bir manzara oluşturuyor. Bizi Avanos sabahının soğuk havası karşılıyor. Avanos’un havası için ‘Sibirya soğuğu’ diyor bazı dostlar. Haklı olduklarını buz kesen kulaklarımdan anladım. Avanos’un Kızılırmak’a paralel uzanan caddesi ilçenin merkezi konumunda. Avanos’ta cadde üzerindeki her üç dükkandan biri çömlekçi desek yeridir. Kimisi sadece sergi ve satış yapıyor kimisi küçük bir atölyede üretim yapıyor. İsteyen turistler için çömlek yapımını gösteriyorlar. Avanos’ta diğer yöreler gibi yeraltı şehirleri üzerine kurulmuş. Atölyeler genelde bu yeraltı şehirlerine açılan odalara sahip. Özkonak yeraltı şehrinin ve daha açılmayan onlarca bölümün üzerinde yükseliyor Avanos. Kapadokya’ya özgü tarihi taş konaklar (Son yıllarda Asmalı Konak adlı tv diziyle yakından görülen taş konaklar) bugün otel ya da pansiyon olarak tekrar düzenlenmiş. Bu konaklar ya yeraltı şehirlerinin üzerine kurulmuş ve bodrumları buralara açılıyor ya da yeraltı şehirlerinin çıkış noktasında bulunuyorlar. Tarihi yapıların birçoğunun pansiyonlara dönüştürüldüğü Avanos’ta bende böyle bir pansiyonda kaldım: Venessa Pansiyon. 4 tarihi evden oluşan pansiyonda üç kat yeraltı şehir odası ve girişi bulunuyor. Pansiyonun Kapadokya’ya bakan iki teras katında isterseniz manzaranın tadını çıkarabilirsiniz isterseniz çömlek atölyesine inebiliyorsunuz. Venessa Pansiyonu’nun sahibi ve aynı zamanda yörenin tanınmış isimlerinden Mükremin Tokmak misafirleriyle tek tek ilgileniyor ve tadına doyulmaz Kapadokya sohbetleri yapıyor. Turizmin getiri ve götürülerini bakın nasıl değerlendiriyor Mükremin Tokmak: “80’lerden günümüze Kapadokya önemli bir turizm alanı haline geldi. Turizmin yoğunlaşması ile yer yer hem mimari açıdan hem de insani açıdan bozulmaların yaşandığını görüyoruz. Turizmin çok bulaşmadığı yerlerde ise eski sıcaklık kendini gösteriyor. Ben feodalizme karşıyım ama feodalizmin insan sıcaklığını seviyorum. Kahve içirmeden, ayran vermeden kapımın önünden geçirmem.” Tokmak aynı zamanda Kapadokya ve Avanos’a ait geniş bir fotoğraf koleksiyonuna sahip. 100 yıl öncesinin Kapadokya’sını onun arşivinde görmek bizleri gerçekten derinden etkiledi. Her fotoğrafta bir hikaye ortaya çıkıyor. Zamanın unuttuğunu sararmış fotoğrafların gösterdiği kadar yeniden keşfediyoruz. Ürgüp Kapadokya’nın bir diğer önemli bölgesidir. Tarih içinde isimden isime geçerek bugüne gelmiş. Bizans döneminde dini bir merkez olan Ürgüp de kaya kiliseleri ve manastırları aradan geçen yüzyıllara rağmen varlıklarını koruyor. Ürgüp de sadece Bizans dönemine ait eserler bulunmuyor, Daha eski, antik dönem eserlerinin yanısıra Selçuklu ve Osmanlı yapıları da göze çarpıyor. Büyük Selçuklu Sultanı Kılıçaslan’ın türbesi Temenni Tepesi’nde bulunuyor. 1971 yılında açılan Ürgüp Müzesi’nde ise eski çağlardan Hitit, Frig, Pers, Hellenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemi eserleri yer alıyor.

HACI BEKTAŞ-I VELİ:
İNCİNSEN DE İNCİTME

Kapadokya’nın ilkçağlardan başlayan çokkültürlü hayatında bugün önemli bir ziyaret yeri de Hacıbektaş ilçesidir. Ünlü Türk sufisi Hacı Bektaş-ı Veli’den adını alan yöre her yıl yazın düzenlenen şenliklerde ve diğer zamanlarda turistlerden yoğun ilgi görüyor. 12. yüzyılda Anadolu büyük bir kargaşa içindeyken insanlara iki yerden kurtarıcı ses yükseliyordu. Konya’da Mevlana ‘Gel ne olursan ol gel’ derken, Hacı Bektaş-ı Veli de ‘İncinsen de incitme’ diyerek toplumsal barış ve hoşgörünün kapısı oluyordu. Oldukça sade olan Hacıbektaş Dergahı 60’ların ortasında müze olarak tekrar açılmış. Dertliler, şifa arayanlar, dileği olanlar hala kutsal sayılan dergahın kapısına yüz sürmeye geliyor. Balım Sultan türbesinin hemen girişinde bulunan ulu dut ağacının hala düşen meyvelerinden yemek için altında sabahlayanlar oluyor. Bu dut ağacı ki, Hacı Bektaş’a yol göstermişti. Dergahın etrafı da Alevi deyişleri, kitapları, Hacıbektaş hediyelik eşyaları, Hacıbektaş taşından yapılma tesbihler, anahtarlıkların satıldığı yerlerle çevrelenmiş.

Ne kadar gezersek gezelim ve ne kadar anlatırsak anlatalım Kapadokya’yı anlatmak yetersiz kalacak. Ihlara Vadisi’ni gezmeden, Zelve ve Paşabağı’nı görmeden, Gülşehri’nde konaklamadan, Uçhisar’da güneş doğuşuna tanık olmadan Kapadokya anlatılabilir mi? Her gezenin kaşif olabileceği bu sihirli topraklarda siz de içinizdeki kaşifi uyandırabilirsiniz.

Ek fotoğraflar: Mükremin Tokmak
Venessa Pansiyon Tel. 0384 511 3840

DORTYOL

KÜLTÜRLER KAVŞAĞI
DÖRTYOL








Bütün yolların Roma’ya çıktığı söylenir. Dörtyol, bu bölgedeki yolların kesiştiği bir kavşak... Dörtyol, coğrafi konumu, doğal ve tarihi güzellikleriyle bu tanımlamayı hakediyor. Dörtyol’un yaylalarına çıktığınızda tüm Akdeniz’e hükmedecekmişsiniz gibi bir duyguya kapılırsınız. Hayat burada saatler ve günlerle değil aylar ve yıllarla ölçülüyor.


Anadolu, Ortadoğu ve Arabistan’a giden yollar üzerinde olan Dörtyol kavşak konumundaki bir bölge üzerine kurulmuş. Kültürler kavşağı Dörtyol, Amanos Dağları ile İskenderun Körfezi arasında kuzey-güney yönünde uzanıyor. Tarih boyunca savaş ve ticaret için bu yol önemli bir geçit olmuş. Birçok medeniyetin geçişine tanıklık eden Dörtyol, tarihin en büyük savaşlarından biri olan Issos Savaşı’na da ev sahipliği yapmış. Büyük İskender’e Hindistan’a gidecek yolu açan bu savaş M.Ö. 333 yılında kazanılmıştı. Bugün Dörtyol’da Issos Harabelerini gezerken bu büyük savaşın izlerine rastlayabilirsiniz. Günümüzde bu bereketli topraklarda 120 bin civarında insan yaşıyor. Payas’taki sahili, yaylaları, doğal güzellikleri ile Dörtyol birçok güzelliği içinde barındıyor. İskenderun’un kuzeyinde yer alan Dörtyol, aynı zamanda mandalinası yani narenciye üretimi ile de ünlü.14. yüzyılda Memluklular tarafından ele geçirilen Dörtyol ve çevresi uzun süre Özeroğulları tarafından yönetilir.

Kışları Özerli ve çevresinde oturan Özeroğulları, yazları da Gavur Dağları’nda yaylaya çıkıyordu. Dörtyol ve çevresinin Osmanlı hakimiyetini geçmesi 1516’da Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi ile gerçekleşir. Bölge, Özer ili adıyla bir sancağa dönüştürülür. Bugün Dörtyol, yaylaları ile hayvancılık için büyük olanaklar sağlamış.
Ancak tarım da bir o kadar gelişmiş. O dönemde yapılan değirmenler bu tarımsal canlılığın bir kanıtını oluşturuyor. Dörtyol’un sahil beldesi Payas tarihi yapılarıyla önemli bir yerdir. Sokullu Mehmet Paşa burayı kendisine dirlik olarak verildiği için imar ettirmiş. Bugün onun adıyla anılan külliyenin içinde han, hamam, bedesten camii bulunuyor. 1574’te kervansarayın yapılmasıyla deniz ticareti Payas’ta yoğunlaşır. Kervansarayın hemen yanında bulunan kale ise Haçlı savaşlarına kadar uzanan tarihe sahiptir. Bu farklı dönemlere ve kültürlere ait eserler zamana meydan okurken, aslında kültürel kaynaşmanın da ipuçlarını veriyor. 1648 yılında buralardan geçen Evliya Çelebi, Payas’ı seyahatnamesinde ayrıntılı olarak anlatır. 1865 yılında Payas Sancağı Halep Vilayeti’ne bağlandıktan 4 yıl sonra Adana Vilayeti’ne bağlanır. Cebel-i Bereket Sancağı’na bağlı bir kaza haline getirilen Payas'ın 1902 yılında 2 nahiyesi ve 46 köyü varmış.
Dörtyol adına ilk defa 1870'lerden itibaren tapu kayıtlarında Payas Kazası’nın bir mevkii olarak rastlıyoruz. Kaza merkezinin Payas’tan Erzin’e taşınma tarihi 1906’dır. 1909 yılında da Adana Vilayeti Cebel-i Bereket Sancağı’na bağlı Dörtyol kaza merkezi olarak belirlenir. Milli Mücadele yıllarında Kuva-i Milliye’nin kurulduğu ilk yer olan Dörtyol, 9 Ocak 1922’de düşman işgalinden kurtuldu. 1939 yılına kadar Seyhan’a bağlı olan Dörtyol, Hatay’ın anavatana katılmasıyla Hatay sınırları içine alındı. Kurtuluş Savaşı’nın anıları hala Dörtyol’da yaşıyor. İstasyon Caddesi üzerinde park içindeki İlk Kurşun Anıtı 1994 yılında, İlk Kurşun Müzesi ise 1997 yılında açılmış. Hatta belediye binasının giriş katında bile Kuva-i Milliye’den kalma silah ve eşyalar sergileniyor. İskenderun yolundan Dörtyol’a girdiğinizde sizi geniş caddeler ve palmiye ağaçları karşılıyor. Uzun bağlantı yollarından sonra hayatın aktığı merkeze ulaşıyorsunuz. Ortaokul ve Abdi İpekçi Caddeleri üzerinde bulunan Atatürk Parkı, Dörtyol sakinlerinin önemli bir buluşma noktası. Geniş bir alana kurulmuş olan bu parkta yöreye özgü palmiye ağaçları, bitki türleri bulunuyor. Çocuk oyun alanları, Atatürk büstü ve yürüyüş parkurlarıyla Atatürk Parkı hemen yan tarafında bulunan cezaeviyle ilginç bir tezat oluşturuyor.
2000 yılı nüfus sayımına göre Dörtyol’un toplam nüfusu 126 bini aşmış. Bu nüfusun yarıdan biraz fazlası belde belediyelerinde yaşıyor. Diğer önemli bölümü ise ilçe merkezinde ve ancak yüzde 4’ü de köylerde hayatlarını sürdürüyor. Dörtyol merkezinin çekiciliği ekonomik ve ulaşım faktörleriyle açıklanabilir. Sanayi burada önemli bir faaliyet alanı. Çalışanların yüzde 40’ı sanayi işçisi. Burada da sanayi ve tarım ekonomik gelişmenin iki yönünü oluşturuyor.

YEŞİLİN VE GEÇMİŞİN AYAK İZLERİ

Dörtyol’un ana caddesi neresidir diye baktığımızda Belediye ve Kaymakamlık ile diğer kamu binalarının da bulunduğu İstasyon Caddesi’ni görüyoruz. Geniş bir bulvar olan bu cadde Dörtyol’un merkezini oluşturuyor. Belediye Binası’nın ağaçlarla döşenmiş ilginç girişi, karşı tarafında yer alan parkı ve parkın hemen yanında yükselen tarihi Dörtyol evleri geçmişten bugüne gelişimin izlerini gösteriyor. Tarihi Dörtyol evlerinin örneklerini oluşturan İstasyon Caddesi üzerindeki bu sıralı evler ne yazık ki restore edilmeyi bekliyor. Cumbalı olan bu binaların alt katları hala işyeri, büro olarak kullanılıyor. Bu binalarla yakından ilgilendiğimizi görenler daha güzellerinin Dörtyol’un çeşitli yerlerine yayıldığını, istersek bize gösterebileceklerini söylüyorlar. Bir Dörtyollu rehberimiz oluyor artık. Onunla gezmeye başlıyoruz Dörtyol’un dört bir yanını. Bizi öncelikle Kışlalar Caddesi Doğan Sokak’ta bulunan tarihi bir yapıya götürüyor. 1912 yılına ait bu binanın dış duvarları sağlamlığını korumasına karşın içi tam bir harabe görünümünde. Bir zamanlar burası bir Ermeni ailenin eviymiş. 3 katlı bu taş yapı zamanın ve insanların tahrip edici gücüne direnmiş, çevresi apartman ve müstakil evlerle dolmuş. Bu binaya benzer iki- üç katlı başka tarihi binalar da görüyoruz. Ancak çoğu bakımsız ve kaderine terk edilmiş olarak bekliyor. Dörtyol’un çevresindeki bu tarihi binaların yanısıra narenciye bahçeleri de geniş yer kaplıyor. Mandalina ve portakallar sararmaya yakın renkleriyle dallardan sarkıyor. Bahçe kapıları sonuna kadar açık, birileri gelip buraya zarar verecek korkusu hiç yok.
Yazları Özer Çayı kuruyor burada. Eskiden hayat taşıyan bu dere artık binalar arasında kaybolup gidiyor. Dörtyol sahili, binaları ve kent merkezi kadar yaylaları ile de ünlü bir yer. Adana, Hatay ve civar kentlerden Dörtyol yaylalarına gelenlerin sayısı hiç de az değil. Topaktaş, Pekmezci, Kocadüz-Üçkoz, Aşağı ve Yukarı Bağrıaçık, Taşlı Ufacık Yaylaları bunlardan bazıları. Bizim yolumuz da Çökek Yaylası’na uzandı. Yaylaya çıkmak için 8 km’lik asfalt yolu aşıyoruz. Yükseldikçe tüm Dörtyol, Payas ve İskenderun ayaklarımızın altında beliriyor. Akdeniz karşımızda mavi bir örtü gibi sınır çiziyor. Dörtyol merkezinde gördüğümüz palmiyelerin yerini Amanoslar’da meşe, kızılçam, karaçam, kayın, gürgen, köknar ağaçlarından oluşan çeşitlilik alıyor.
Dörtyol’un doğusu boyunca uzanan Amanos Dağları’nın yükseklerinde yer alan Çökek Yaylası, bol oksijenli temiz havası ile size hemen doğal bir ortam sunuyor. Çökek Yaylası’nın girişinde ‘Huzur Yaylasına Hoş Geldiniz’ tabelası bulunuyor. Gerçekten huzur aramak için çok uzaklara gitmek gerekmiyor burada. Yeşil bir örtü ile çevreniz kuşatılmış ve dış dünyanın sizi yoran havası içeri girmiyor. Çam ve meyve ağaçları içerisinde kurulmuş olan yaylanın yukarı tarafları bazen yoğun sisle kaplanıyor. Buradaki yapılar ahşap gövde üzerine çatı ve taş temelden oluşuyor. Bazı yeni binalar olmasına karşın çoğunlukla köy tarzı binalar görünüyor. Yaylaya yaklaşırken tek tük evler beliriyor. Sonra bu evler yoğunlaşıyor. Bazen cumbalardan, pencerelerden, bahçelerden yaşlıların meraklı bakışları uzanıyor. Gelen yabancıları, misafirleri izleyen meraklı gözler eğer selam verirseniz, ‘hoş geldin’ diyen gülen yüzlere dönüşüyor. Yusuf Amca bastonuna dayanarak bize yaklaşıyor, selam veriyoruz, selam alıyoruz. Payas’tan geldiğini, yazın 3 ay Çökek’te kaldığını, Eylül’ün ortasında ise döndüğünü söylüyor. Yayla nüfusu yazları ve tatillerde artıyor. Yazın ziyaret ettiğimiz Çökek’te çocukların çokluğu dikkatimizi çekti. Meydanda top oynayanlar, saklambaç oynayanlar ne ararsanız var. Bir başka köşede kadınlar bir arada oturmuş sohbet ediyorlar. Meydandaki caminin hemen yanında bir türbe bulunuyor. Çiçekler ve vitraylarla süslenmiş bu türbe ‘Hacı Ziyaiddin Ziyareti’ olarak biliniyor.

Dörtyol’un en önemli belde belediyesi şüphesiz Payas. Payas hem turistik, hem de sanayi açısından Dörtyol’un en önemli bölgesini oluşturuyor. Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi burada bulunuyor. Sokullu Mehmet Paşa burayı Mimar Sinan’a kervansaray, hamam, medrese, camii ve bedesten gibi yapılarının birarada olduğu bir külliye olarak 16. yüzyılda yaptırmış. Ana yapısı hiç bozulmamış olan külliyenin çarşısı uzun yıllar kullanılmış. Günümüzde ise çarşı boşaltılmış ve restorasyona başlanmış. Külliyenin geniş iç bahçesi konser ve etkinlik düzenlemek için mükemmel bir seçenek oluşturduğu için halen kullanılıyor. Külliyenin hemen yanında yükselen Payas Kalesi ise Haçlılar zamanında yaptırılmış. Osmanlılar tarafından ise restore edilmiş. Deniz kıyısındaki Cin Kulesi’nin de Cenevizliler ya da Haçlılar tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. Burası deniz güvenliğini sağlamak amacıyla yapılmış bir gözetleme kulesi. Cin Kulesi’nin etrafı çevre düzenlemesi ile parka dönüştürülmüş ve burada aileler piknik yapıyor, çocuklarıyla Akdeniz’in hemen kıyısında oyunlar oynuyor.
Sadece Payas sahili turistik açıdan zengin eserlerle dolu değil. Dörtyol ve Erzin arasında bulunan Issos Harabeleri büyük bir zaferin ya da yenilginin izlerini taşır. Makedonya Kralı Büyük İskender’in Pers Hükümdarı III. Dairus’u yendiği savaştan söz ediyoruz. Burada Antik Issos kentinin su depolarından, su kemerlerinden, mabed ve şehir yerleşiminden kalıntılar bulunuyor. Anadolu’da kaleler genellikle ağaçtan yoksun, çıplak kayalıklar, tepeler üzerine kurulmuştur. Bu kaleler genelde ovalar ve düzlüklere hakim bir yerdedir. Nereden baksanız görülebilir. Ancak Mancınık Kalesi Dörtyol’un kuzeyinde, Amanos Dağları’nda ormanın içinde kurulmuş. Sahili, yaylaları, narenciye çeşitleri ve sanayisi ile Dörtyol günümüzde hala bir kavşak olma konumunu sürdürüyor. Küresel bir dünyada tüm yolların geçtiği bir yer olmak Dörtyol’u ayrıcalıklı kılıyor.