ANADOLUHiSARI - En Eski TURK Mahallesi


İstanbul’daki
en eski
Türk
yapısı olarak bilinen Anadoluhisarı,
aynı
zamanda
en eski
Türk mahallesidir

Boğaziçi’nin Anadolu yakasında yer alan ve Beykoz sınırları içinde kalan Anadoluhisarı semti adeta İstanbul’un bir incisidir. Semte adını veren hisar, 1391 ya da 1399 tarihleri arasında yaptırılmıştır. Yıldırım Beyazıt tarafından İstanbul kuşatması için yaptırılan bu kale tarihi kaynaklarda Güzelcehisar, Akçahisar, Güzelhisar olarak da geçmiştir. Anadoluhisarı semti, birbirinden muhteşem doğal güzellikleriyle ve sinesinde barındırdığı eşsiz tarihi eserleri ile birçok kıymetli sanatçıya ilham kaynağı olmuştur. Anadoluhisarı, İstanbul Boğazı’nın Asya yakasında, Göksu deresinin Boğaz’a karıştığı dar alan üzerinde kurulmuştur. Asıl kale, iç kale duvarı, dış kale duvarları ve üç kuleden oluşan hisarın ana yapısını dikdörtgen şeklinde yüksek bir kule oluşturur. İç kale durumunda olan bu kuleyi bir duvar çevirir. Kule ile iç duvarları ikinci bir sur kuşatır.


Çok kenarlı olan bu surun köşelerinde burçlar vardır. Sur dış kale vazifesi görür. Hisarın inşaatında kesme blok taşlardan başka, tuğla da kullanılmıştır. Fatih Sultan Mehmed Rumelihisarı’nı yaptırırken Güzelcehisar’a da üç kale burcu ilave ettirmiştir ve bakımını yaptırmıştır. Çarşının içindeki denize bakan küçük ve sade bir yapı olan cami de Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Ayrıca Anadoluhisarı’nın içerisinde III. Selim tarafından inşa ettirilmiş bir namazgah ve bir de nişangah bulunmaktadır. Anadoluhisarı Türk ve Osmanlı askeri mimarisinin en olgun örneklerinden sayılır.

Anadoluhisarı Göksu deresinin denizi doldurması ile zamanla içeride kalmıştır. Kale kapısı ve dış duvarı yol genişletme çalışmalarında yıkılan Anadoluhisarı’nın Bizanslılar devrindeki isminin Neo Castrum (Yeni Kale) olduğu söylenmektedir. Bu isimlendirme, bazı tarihçilerin çok daha önceleri burada bir Bizans kalesinin bulunduğunu düşünmelerine yol açmıştır. İstanbul’daki en eski Türk yapısı olarak bilinen Anadoluhisarı, aynı zamanda en eski Türk mahallesidir. Yerleşme sahası kuzeye doğru kıyı boyunca, yamaçlara, Göksu’ya, daha güneyde Küçüksu ve Göksu çayırındaki sırtlara yayılır. Anadoluhisarı güneyinde Kandilli, kuzeyinde Kanlıca ile bir yerleşme bütünü meydana getirir. Kanlıca'dan sonra gelen Anadoluhisarı yöresi; Beykoz ile Üsküdar arasında Anadolu yakasının odak noktasını teşkil edecek şekilde ayrıcalıklı bir konumun sahibidir.

Uzanalım Göksu’ya

Anadoluhisarı’nın kalbi dillere destan Göksu ve Küçüksu mesireleridir. Patrona Halil isyanında Kağıthane’nin kapatılmasının ardından en gözde mesire yerlerinden biri olmuştur. Arif Sami Toker’in “Çek küreği güzelim uzanalım Göksu’ya / Gün inerken dönelim süzülelim Göksu’ya / Karşımda güzel Bebek bakarken dolgun aya / Su üstünde sekerek süzülelim Göksu’ya / Mavi bir cennet gibi uzanıyor Marmara / Biz de cennetten geçip uzanalım Göksu’ya” dizeleri Göksu’yu bize yeterince anlatmaktadır Göksu deresi içerisinde yapılan sanatsal ve kültürel etkinlikler ile boğaz sefası olarak tarif edilen, Göksu deresi dışına dek uzanan eğlenceler, Göksu’nun çok önemli bir eğlence bölgesi olduğunu ortaya koyuyor. Göksu deresinin etrafındaki çimler üzerine yer sofraları kurulur ve geleneksel Türk tiyatrosunun en güzel örnekleri buralarda sergilenirdi.

Çek küreği güzelim
uzanalım Göksu’ya
Gün inerken dönelim süzülelim Göksu’ya
Karşımda güzel Bebek
bakarken...

Ortaoyunu başta olmak üzere burada gerçekleştirilen sanatsal ve kültürel etkinlikler Göksu’nun bir simgesi haline gelmişti. Dere boyunca sıralanan sandal yığınları arasında zaman zaman saltanat kayıkları yer alırdı. Bu sandallar içi kadife kumaşla döşenmiş ve üç kürekçi tarafından çekilen sandallardır. Saltanat mensupları Göksu’daki bu canlılığı paylaşmak üzere buraya gelirlerdi. Sultan Abdülmecid’in torunu Mevhibe Hanım’ın hatıratı, dönemin Göksu alemlerine ışık tutmaktadır:

“Göksu alemleri veya gezintileri... Bu, muayyen bir zamana kadar bizler için bir muamma, yerine getirilmesi imkansız bir arzu, bir gezinti idi. Cuma ve pazar günleri sarayın deniz tarafına bakan pencerelerinden birinin önünde oturur, Göksu’ya doğru süzülen kayıkları hayret ve gıpta ile seyrederdik. Nedense Göksu’ya gitmemiz için bizlere müsaade yoktu. Pencerenin önüne oturmuş, bu talihli insanlara bakarken kendimi bir mahpus addederdim. Günahımız neydi? Bizleri bu zevkten niçin mahrum ederlerdi? İşte Valide Paşa’nın üç çifte kayığı. Kenarlarından denize sarkan gümüş balıklar güneşin altında pırıl pırıl parlardı. İşte Naime Sultan, işte Zekiye Sultan, şahane kayıklarının içinde, en güzel feracelerini giymiş Göksu’ya doğru giderlerdi. (…) Bir iki kere babama ‘biz de cuma günleri kayıkla Göksu’ya gitsek’ diyecek oldum, işitmediğim azar kalmadı. Annemi kışkırtır, babamı kandırması için ona yalvarırdım.

Nihayet bir cuma sabahı annem odama geldi. ‘Muradına erdin, hazırlan, bugün öğleden sonra Göksu’ya gidiyoruz. Babanla konuştum. Cemile Sultan izin vermiş, çocuklar gidip gezsin, hava alırlar demiş’ müjdesini verdi. (…) Nihayet hareket zamanı geldi. Rıhtıma indik. Üç çifte kayık emrimize amade, bekliyordu. Kayığın arka tarafına yeşil çuhadan bir örtü serilmiş, yastıklar konmuştu. Örtünün üzerinde hanedan tacı göze çarpıyordu. Hamlacıların yani kayıkçıların sırtlarındaki yeşil renkteki yeleklerin üzerinde de tacımız vardı. Babam selamlık tarafında rıhtıma inmiş, kayığa binmemizi bekliyordu. Kandilli’de akıntı fazla olduğu için haremağası kayığı tuttu, bir üçüncüsü de annemi ve beni kayığa yerleştirdi. Hareket ettik. Babam, rıhtımda durmuş bizi seyrediyordu. Önünden geçerken başımızı hafifçe eğerek selam verdik. O ise, ‘geç kalmayın, zamanında dönün’ diye bağırdı. Artık Göksu alemine biz de katılıyorduk. Aradaki mesafe kısa olduğu için çok geçmeden Göksu deresine girdik. Harap un değirmeninin karşısına, sahile yanaştık. Gördüğüm ihtişam beni hayrete düşürdü. Çeşit çeşit kayıklar, rengarenk kıyafetler, şemsiyeler, insanın gözünü alıyordu. Hemen hemen herkes birbirini tanımakla beraber, kimse kimseye selam vermezdi. Bir müddet orada durup etrafı seyrettikten sonra annem dönme zamanının geldiğini söyledi. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Canım biraz daha kalmak istiyordu. (…) Kandilli’de saraya yaklaşırken, rıhtımda bir aşağı bir yukarı dolaşan babamı gördük. Ateş püskürüyordu. Kayık rıhtıma yanaşır yanaşmaz yanımıza geldi, geç kaldığımız için beni biraz azarladı. Ancak bir daha gitmeyeceksiniz şeklinde yasak koyarak bizleri zevkimizden mahrum etmedi. Artık aşağı yukarı her hafta Göksu’ya gitmeyi adet edinmiştik”. Göksu’daki sandal gezintileri ile ilgili olarak o dönem Osmanlı topraklarında bulunan İngiliz Lady Dorina Neave’nin şu sözleri de bir Batılı gözüyle Göksu’daki sandal gezintilerinin nasıl değerlendirildiğini göstermesi açısından oldukça ilginçtir. Lady Dorina Neave’nin sözleri dönemin Beykoz’undaki gündelik yaşamın işleyişine dair de ayrıntılı bilgiler içeriyor: “Geçen asrın sonlarına doğru o zamanki adetlere göre, Türk hanımlarının yapabilecekleri güzel yaz gezmelerinden biri Cuma günleri Göksu’ya gitmekti. Burası çok rağbet gören bir buluşma yeri idi. Ecnebiler ise kendilerine pek yakışan yaşmaklı milli kıyafetleriyle yakından görmek imkanını bulurlardı. Yaşmağın tülü güzelliklerini gizler, yalnız cazip gözler görünürdü. Kürekçiler, bol beyaz pantolon, zengin işlemeli cepken beyaz gömlek ve mutlaka kırmızı fes giyerlerdi. İki veya üç çifte kayıklardaki hanımları dereden içeriye veya dışarıya doğru gezdirirlerdi. Beyler ise hanımların kayıklarını cesaret edebildikleri kadar yakından takip ederlerdi. Bu Cuma gezmelerinde romantik ilişkiler kurulurdu. Fakat, polis dereyi kontrol altında tutar, erkeklerin hanımlara söz söylemesine engel olmak için dikkat kesilirlerdi. Bazen dere o kadar kalabalık olurdu ki, yol almak için yandaki kayığı elle geri itip ilerlemekten başka çare kalmazdı. Böyle zamanlarda hanımların kayığının yanından geçen erkeklerin eldivenli bir ele yazılı bir pusula verdikleri görülebilirdi. Şehzadelerden biri, mevkiine güvenerek yaşmaklı bir güzele fazla ilgi gösterirlerse, polis suçluyu cezalandırmaya çekinir, ancak; can sıkıcı bir usule başvurarak, bütün kayıkların dereden çıkmasını emrederdi. Böylece cinsi latife aşırı derecede hayranlık göstermiş olan birisinin yüzünden kabahati olmayan gezenlerin hepsi, hepimiz, dereden uzaklaştırılmış olurduk.”

Göksu, Türk musiki tarihinin çok önemli değerlerinden olan “Deniz Kızı Eftelya”ya da ev sahipliği yapmıştır. 1930’lu yıllarda Anadoluhisarı’na gelin gelen Ferda Kazancıbaşı, Göksu’yu ve Deniz Kızı Eftelya’yı şu satırlarla anlatmaktadır: “Gelin geldiğim dönemler boğaz sefası olarak tanımlanan Göksu alemlerine tanık oldum.

Göksu’ya doğru süzülen kayıkları gıpta ile seyrederdik.
Kenarlarından denize sarkan gümüş balıklar güneşin altında pırıl pırıl parlardı. Rengarenk kıyafetler insanın gözünü alıyordu

Genelde mehtabın ondördüne tesadüf eden yaz geceleri seçilirdi. İrili ufaklı teknelerin oluşturduğu büyük bir kalabalık, önce Göksu deresi içinde toplanır ve daha sonra saz heyetinin çekirdek teşkil ettiği büyük bir kalabalık halinde denize açılınırdı. Göksu deresinden boğaza açılma tamamlandıktan sonra Türk musikisinin ustalarının seslendirdikleri kültür ve sanat zenginliklerimizin en güzel besteleri mehtaplı yaz gecelerinde boğazın her iki kıyısının dağlarında çın çın yankılanırdı. (…) 1891'de İstanbul'un Büyükdere semtinde doğan Eftalya, yine aynı şehirde 15 Mart 1939'da ölmüştür. Jandarma yüzbaşısı Yorgaki Efendi’nin kızıdır. Babası musiki seven bir adammış. Evine gelen konuklar için saz çalar, genç Eftalya da babasının sazı eşliğinde şarkı söylermiş.

Deniz kızı lakabının ise ilginç bir öyküsü vardır: Eftalya Hanım genç kızlığında, sıcak yaz gecelerinde bazen babasıyla bazen de tek başına sandalla denize açılırmış. Mehtabiye denilen musikili boğaz gecelerinin bu yüzyılın uzantısı sayabileceğimiz bu sandal sefalarında Eftalya gece boyunca şarkı söylermiş. Halk gece karanlığında yüzünü göremediği, sadece güzel sesini uzaktan duyabildiği bu esrarengiz genç kıza Deniz kızı adını takmışlar.” Deniz Kızı Eftelya’ya ev sahipliği yapan ve onun güzel sesiyle şenlenen Göksu birçok güzel besteye ilham kaynağı olmuş bir mekandır. Göksu için Sultan II. Mahmud’un şu güftesi meşhurdur:

Göksu’ya gel ey servinaz
Dibesteler eyler niyaz
Bülbüller oldu namesaz
Güller açıldı geldi yaz

Küçüksu, köşkler ve kasırlar Küçüksu Anadoluhisarı’nda bir diğer mesire yeridir. Küçüksu bölgesinin simgesi, Göksu deresinin suyu ile yetişen iri taneli Göksu mısırı ile mısır kazanlarıdır. Küçüksu da tıpkı Göksu gibi Patrona Halil isyanının ardından tercih edilen bir mesire yeri olmuştur. O dönemden sonra en zor tarihi anlarda dahi gözlerden düşmemiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda, Fahri Kopuz tarafından kurulan Darüttalim’i Musıki Heyeti’nin verdiği müzik ziyafetine ev sahipliği yapmıştır. Türk müziğinin zenginliğini batı müziğinin çok sesli yapısı ile birleştirebilmeyi başaran bu müzik grubu, yedi kişilik bir oda orkestrasından beklenmeyecek derecede kaliteli bir müzik ortaya koymuşlardır. Almanya ile dostluk sürecinde, Darüttalim’i Musıki Heyeti iki kez Almanya’ya gitmiş ve büyük ilgi toplamışlardır.

Küçüksu, Osmanlı sultanlarının da rağbet ettikleri bir mesire yeri olmuştur. Sultan Abdülmecid yedi çifte koşlu kayığı ile buraya gelip Küçüksu Kasrı’na yerleşir, buradan Küçüksu’daki meşhur müzik ziyafetlerini dinlermiş.

Burası çok rağbet gören bir buluşma yeriydi. Göksu, Türk musiki tarihinin çok önemli değerlerinden olan ‘Deniz Kızı Eftelya’ya da ev sahipliği yapmıştır.

Küçüksu Kasrı, 1751-1752 yıllarında yaptırılmış ve yapımında bütünüyle ahşap malzeme kullanılmıştır. Bugünkü şekline Sultan Abdülmecid tarafından 1857-1858 yıllarında kavuşturulan Küçüksu Kasrı, dış cephesi ağır kabartmalarla süslü olan ve iç mimarisi göz kamaştırıcı bir yapıya sahiptir. Kasrın mimarı Nikagos Balyan’dır. Balyan ailesi modern Osmanlı ve Türk mimarisinin birçok gözde yapısını tasarlamıştır. Küçüksu Kasrı Türk mimari tarihinde oldukça sembolik bir yere sahiptir. Sultan II. Mahmud’un, Ramazan aylarında cuma günleri selamlık resminden sonra kendisine dinlenme mekanı olarak seçtiği Küçüksu Kasrı, pek çok devlet adamına da ev sahipliği yapmış, birçok önemli resmi ziyafet şöleni burada verilmiştir. Küçüksu Kasrı, gezip görebilecek şekilde dizayn edilmiştir. Kasrın yanında deniz kıyısında yer alan Mihrişah Sultan Çeşmesi ise 1806 yılında Sultan III. Selim tarafından annesi Mihrişah Sultan’a sunulmak üzere yaptırılmıştır.

0 Comments:

Post a Comment