ANTAKYA - SIRLARIN KENTi


Asi Nehri’nin iki
yakasına kurulmuş
bir kent olan
Antakya, geçmişten
bugüne zamanı ve
mekanı aşan kültürel kimliğiyle insanlığın
ortak mirası...



Antakya ilk medeniyetlerin ve üç semavi dinin buluşma noktası. Uygarlığın anavatanı arandığında Antakya gösterilecek ilk yerlerdendir.Medeniyetlerin kesişme noktası


Antakya'da yüzünüzü nister doğaya ister tarihe dönün, bir sır sizi hep bekler


Antakya, kültürel çeşitliliği ve tarihsel dokusuyla bugün sadece inanç turizminin değil, doğa ve kültür turizmlerinin, gezginlerin, antropologların, kısaca herkesin ilgisini çekecek özelliklere sahip. Bu yörenin hangi yanına baksanız bir başka medeniyetin ayak izlerini bulursunuz. Şehri ortadan ikiye ayıran Asi Nehri, sanki eski ile yeniyi, doğu ile batıyı, kuzey ile güneyi birbirinden hem ayıran hem de yakınlaştıran bir sınırdır. Coşkun akışıyla buradaki tarihin canlı tanığıdır. Asi’nin yanında göreceğiniz Defne ağacı ise, Antakya’nın ruhu, simgesidir. Dafne ve Apollon hikayeleriyle şekillenen bir mitolojik geçmişe sahip olan Antakya Türkiye’de mutlaka görülmesi gereken yerlerden biridir.

Antakya’ya İskenderun üzerinden giderken yol boyu defne ve palmiye ağaçları, havanın kusursuz parlaklığı ve maviliği dikkat çeker. Antakya otogarında otobüsten indiğinizde kendinizi şehrin merkezinde buluverirsiniz. Otogardan sola döndüğünüzde, İstiklal Caddesi sizi Asi Nehri’nin kıyısına, oradan da karşı kıyıdaki Atatürk Caddesi’ne ulaştıracaktır. Bugün sinema olarak kullanılan Eski Hatay Cumhuriyeti Meclis Binası, Mozaik Müzesi ve Antakya Belediyesi’nin çevrelediği Belediye Meydanı’nın yoğun trafiği size İstanbul’u, Ankara’yı anımsatır. Caddenin öbür ucunda bulunan Vali Göbeği’nde ise Tourism Information birimi bulunuyor. Buradan alacağınız bilgilerle Antakya, tüm zenginlikleriyle sizi kucaklamaya hazırdır artık...

Büyük Antakya Parkı
Asi’nin Yanıbaşında
Demli Bir Çay İçin...

Şehrin merkezinde ve Asi Nehri’nin hemen kıyısında bulunan 52 bin metrekare genişliğindeki Antakya Belediye Parkı, şehrin en geniş parkı niteliğinde. Büyük Park da denilen parkta başta şehrin simgesi defne ağacı olmak üzere birçok bitki türü; Toroslarda yetişen çamlar, süs eriği, aşılı akasyalar, palmiyeler, oyalar vb. bulunuyor. Park girişinde sizi kentin simgesi defne ağaçları selamlıyor, içeriye girdiğimizde, koşu yolunun başında Hatay’ın alınmasında önemli rol oynamış Türk askeri ve diplomatların büstlerini görebilirsiniz. Antakyalılar her gelişlerinde tarihlerine sahip çıkmanın bilincini tazeliyor . Park, içerisindeki birçok çay bahçesi, koşu alanı, oda tiyatrosu, nikah salonu, havuzları ve oyun alanlarıyla Antakyalılar’ın önemli bir gezi ve sosyo-kültürel alanını oluşturuyor. Parkın yapım tarihi hakkında kesin bir bilgi yok. Ancak açılışının II. Abdülhamit dönemine denk gelindiği tahmin ediliyor. Antakya üzerinde önemli izler bırakan Fransızlar’ın da parkın genişletilmesi ve peyzajında önemli katkıları olmuş. Parkın son köşesinde heykeller göze çarpıyor. Simgesel anlatımın hakim olduğu heykellerde herkes kendi istediğini görebiliyor. Park, Antakya’ya gelen ziyaretçilere Asi’nin kıyısında bir bardak demli çay içme keyfine çağırıyor.


Kurtuluş Caddesi üzerinde yürüyüp de önünden hızla geçebileceğiniz bir yapı yok gibi. Burası buram buram tarih kokuyor.

Ayrıca dönem dönem kurulan fuarda sergileri gezebilir, hediyelik eşyalar da alabilir ve yanınızda bir hatırayla dönebilirsiniz. Biz de öyle yaptık... Unutmadan söyleyelim 23 Temmuz Hatay’ın kurtuluş yıldönümü kapsamında 10 gün boyunca festival etkinliklerine katılabilirsiniz.

Eski Antakya: Dar Sokaklarda Geçmişin İzlerini Aramak...

Antakya’ya gelip de tarihi evlerin, dar sokakların bulunduğu ve bugün sit alanı ilan edilen Eski Antakya’yı gezmeden olmaz. Habib Neccar Dağı eteklerinde kurulan bu bölgede Kurtuluş Caddesi’ne açılan ara sokaklardan hangisine girerseniz girin sizi en az yüz yıllık bir geçmiş bekler. Güneşin üzerlerinde hızla yükseldiği dar sokaklar, sanki evleri ayırmak için değil, birlikteliklerini vurgulamak için önümüzde uzanıyor. Dar, alçak ve genelde yeşile boyanmış eski ahşap kapılar sizi yanıltmasın. Bu kapılar genelde bir iç bahçeye açılır. Pencerelerin demirleri geleneksel şekillerle dolu, ovallar, laleler, daireler, içiçe geçmiş dönüşler. Her bir pencere ve kapı süslemesinde bir göz nuru görürsünüz. Kimi kapılar üzerinde halen Arapça yazılar okunabilir. Genelde iki katlı, cumbalı evlerin olduğu Beyrut Caddesi’ndeki yolları geziyoruz, dar sokakta çamur ve atık suları toplayan su oluğu yanlarda değil yolun tam ortasında bulunuyor. Habib Neccar Cami’nin tam karşısında Kurtuluş Caddesi üzerinde 1937 yılından kalma 2 katlı bina, bize döneminin işaretlerini gösteriyor. Genç cumhuriyetin herşeyi yeniden düzenleyen ve şekillendiren gücünü simgeleyen binanın işleme ve süslemeleri görülmeye değer. Aslında Kurtuluş Caddesi üzerinde yürüyüp de önünden hızla geçeceğiniz bir yapı yok gibi. Burası buram buram tarih kokuyor.

Bir Müjdecinin Camisi:
Habib-i Neccar Cami

Antakya’da ilginizi çekecek mekanlardan biridir Habib-i Neccar Cami. Kurtuluş Caddesi üzerindeki tarihi caminin 2 girişi bulunuyor. İlk defa Memluk Sultanı Baybars döneminde eski bir tapınağın yerine inşa edilen caminin iç avlusunun ortasında taş bir sütun duruyor. 17. yüzyılda Osmanlılar’ın tekrar inşa ettiği caminin kapı üzerindeki levhadan 1855 tarihinde yeniden inşa edildiğini öğreniyoruz.

Camiye ve karşısındaki dağa adını veren ve Antakya halk kültüründe önemli bir yer tutan Habib-i Neccar, Millattan sonra 40’lı yıllarda burada yaşar. Bir gün dağda koyunlarını otlatırken, İsa’nın havarilerinden Yuhanna ve Pavlus (Yahya ve Yunus) ile karşılaşır. Ve dine davet edilir. İsa’ya ve İncil’de müjdelenen Ahmed’e (Hz. Muhammed) iman eden Habib-i Neccar köyüne döner. Köylüleri dine davet eder. Ancak köylüler ona karşı çıkar ve başını keserek öldürürler. Bir inanışa göre Silpiyus dağında gövdeden ayrılan baş, yuvarlanarak bugün cami ve türbesinin olduğu yere gelir. Vücudu ise öldürüldüğü mağaraya defnedilmiştir.

Uzun Çarşı erbabı sohbeti sever

Uzun Çarşı bugün bile Antakyalıların bir araya geldiği önemli bir merkezdir. İstanbul’daki Kapalıçarşı’nın bir benzeri gibi düşünebileceğimiz Uzun Çarşı’nın geçmişi kent kadar eski. Geleneksel Antakya el işçiliğinden, yemeklerine, giyimden, teneke işçiliğine kadar her türlü mesleğin icrasını burada görebilirsiniz. Uzun Çarşı, Atatürk Heykeli’nin bulunduğu Belediye Meydanı’na kadar devam ederken, bağlandığı birçok sokakla bir bütünlük oluşturuyor. Çünkü her ara sokak ve cadde farklı bir meslek grubuna ayrılmış durumda. Osmanlı dönemi lonca örgütlenmesini hatırlatan bu iş bölümü ile ziyaretçiler kunduracılar çarşısından çıkıp, el işi çarşısına girebilir.
Oradan tüccarlar çarşısına ve dokumacılar çarşısına geçebilir. Çarşı içinde sizi güleryüzle karşılayan esnafın sohbetine ortak olabilirsiniz. İş terbiyesi olsa gerek esnaf konuşurken ayakta bekliyor ve kesinlikle müşteri gitmeden oturmuyor.

Uzun Çarşı içinde yürürken Antakya’nın geleneksel tatlısı peynirli künefenin kadayıfını üreten esnafa gözümüz ilişiyor. Hemen bir dükkan önünde duruyoruz.
75-80 senedir baba mesleğini yapan, soyadı bile Künefeci olan Nizamettin ustayla sohbet etmeye başlıyoruz. O bize hamurun kızgın saç üzerinde tel tel kavrulmasının püf noktalarını anlatıyor, “Ova unu ile suyu ilk önce katı olarak sonra da ‘cıvık’ olarak yoğuruyoruz. Hamur, sıvı kıvama gelince cezve ile kızgın saçın üzerine döküyoruz.”

Daha sonra, teneke işleri yapan dükkanları izlemeye başlıyoruz. Bu dükkanlardan birini işleten Mustafa Gürler 52 yıldır bu işi yaptığını söylüyor. Yanında duran oğlunun adı da Mustafa ve o da baba mesleğinin taliplisi. Elindeki çekici ile tenekeyi düzelten Mustafa usta, “baba mesleği” dediği teneke işçiliğinden ekmeğini kazandığını anlatıyor. ‘Kolay gelsin’ deyip, yolumuza devam ediyoruz.

Uzun Çarşı’dan çıktığımızda güneş tam tepemizdeydi. Antakya’nın yakıcı güneşine karşı serinlemek için ne içeriz diye düşünürken bize bir yer ve lezzet tarif ediliyor. Affan Kahvesi’ne gidiyoruz. Burası 90 yıllık tarihi bir yapı ve burada hazırlanan Bici Bici Hatay sofrasının eski bir tadı. Üzerine gül şurubu dökülmüş bu ilginç tatlıyı deniyoruz. Gül şurubu, dondurmayla birlikte esas tatlının üzerinde duruyor. Jöle ve muhallebi arasında bir tada sahip Bici Bici özel metal kaşıklarıyla yeniyor. Affan Kahvesi’nde bici bici yedikten sonra yolumuza devam ediyoruz.







Jöle ve muhallebi arasında bir tada sahip Bici Bici özel metal kaşıklarıyla yeniyor. Affan Kahvesi'nde bici bici yedikten sonra yolumuza devam ediyoruz.

Hristiyanlığın İlk Kilisesi...
Antakyalı Aziz Petrus’u görmek...

Antakya’yı inanç turizminin önemli noktalarından biri sayılmasının başlıca nedeni de Hristiyanlığın ilk yayılış alanı olması. Kurulan ilk kiliselerden St. Pierre (Aziz Petrus) Kilisesi Antakya’nın kuzeybatısında Reyhanlı yolu üzerinde bir mağara kilisesi. Birçok hristiyanın bugün hacı olmak için geldiği kilise 9,5 m genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağaradan oluşuyor. Dağın eteklerindeki kiliseye ulaşmak için bir süre aracınızla çıkıyorsunuz. Daha sonra merdivenler başlıyor Antakya ayaklarınızın altına serilinceye kadar ağır ağır çıkıyorsunuz. Kilisenin bulunduğu noktadan Antakya bir tablo gibi beliriveriyor. Antakya’nın ilk başpapazı olan St. Pierre’in kurduğu kilisenin, Roma döneminde baskılardan kaçan hristiyanlar için bir sığınma yeri olduğu belirtiliyor. Kilisenin ve dağın içinde bir çok tünel kazılmış. Kilise içindeki tünel bir zamanlar Roma lejyonelerinden kaçmak için kullanılıyormuş. Ancak depremlerde bu tüneller tıkandığı için bugün tünelleri takip edemiyoruz.
Kiliseden çıktıktan sonra dağın yüzeyinde deliklerden ve çökmelerden gün yüzüne çıkan tünel bölümlerini inceliyoruz. Çok geniş olmayan, ancak bir çocuğun veya zayıf bir kişinin sürünerek ilerleyebileceği genişlikteki tünellerin tüm dağın içini bir ağ gibi ördüğü söyleniyor. Kiliseden dağın yüzeyine çıkan gelincik çicekleriyle süslü patikayı takip ettiğinizde sizi bir kaya kabartması bekler. Haron (Cehennem Kayıkçısı) adı verilen ve 4. Antiochus döneminde yapılan bu kabartmanın, milattan önce II. yüzyılda bir veba salgını sırasında ölümleri durdurmak amacıyla yapılmış.

Antakya merkezdeki tarihi kiliselere baktığımızda Ortodoks ve Protestan Kilisesi kendi cemaatlerinin yanı sıra özellikle yabancı turistlerden de yoğun ilgi görüyor. Hürriyet Caddesi üzerinde yer alan Ortodoks Kilisesi’nin yapımına 1860’da başlanmış. 1872’deki depremde büyük hasar görmesi üzerine başlayan onarım çalışmaları 1900 yılında tamamlanmış. Merdivenlerden bahçesine girdiğimiz Ortodoks Kilisesi karşımızda, mozaikleri ve ahşap işçiliğinin mükemmelliği ile yükseliyor. Güney Kore tarafından 2000 yılında restore edilerek hizmet vermeye başlayan Protestan kilisenin karşısında valilik binası bulunuyor.


Antakyalılar damak tadına düşkündür. Onlar için yemekler çeşitli ve baharatlı olmalı. Antakya’nın yöresel yemeklerini tadabileceğiniz birçok restaurant var. 1990 yılından bu yana Asi’nin yanıbaşında Antakya’nın yöresel yemeklerini yapan Hatay Sultan Sofrası size farklı lezzetler sunuyor. Patlıcan, havuç, ekşi aşı köftesi ve özel sostan yapılan ekşi aşı, yoğurt aşı, ıspanak borani, katıklı ekmek, ıspanaklı börek, semirsek yemeden olmaz. Yemekten sonra meşhur peynirli künefeyi tadmanızı öneririz. Burada size özel künefe yapılıyor ve sıcağı sıcağına yani ‘peynir kadayıfa küsmeden’ sunuluyor.

Tarihi Antakya evlerinden biri de bugün restaurant olarak ünlü bir isme sahip: Antakya Evi. Burada yöreye özgü yemekleri yiyebilir, tarihin hiç bozulmamış görünümünü seyredebilirsiniz. Eski Antakya yemekleri yapan, yöresel tatları ziyaretçilerine sunan Antakya Evi tarihi bir kimliğe sahip. 110 yıllık bina, daha önce Fransız Konsolosluğu olarak kullanılmış. 1998 yılında restore edilerek restaurant olarak kullanılmaya başlanmış. Binanın yerde bulunan karoları ve döşemeleri Marsilya’dan getirilmiş. Burada da birbirinden güzel Antakya yemeklerini tadabilirsiniz.


Antik Dönemin Dinlenme Merkezi:
Harbiye

Defne ağacının neredeyse kutsal sayıldığı Antakya’da herkes Dafne ile Apollon’un aşk hikayesini bilir. Bu aşkın yaşandığına inanılan yere gidiyoruz. Antakya’dan 15 dakika uzaklıktaki Harbiye’nin diğer adı Dafne. Seleukos ve Roma dönemlerinde çağlayanlarıyla tanınan dünyaca ünlü bir dinlenme yeri olan Dafne, o dönemdeki sarayları, köşkleri ve olimpiyat oyunları için yapılan stadyumları ile önemli bir merkez konumundaydı. Depremlerle yıkılan bu şehirden geriye insan yapısı hiçbir eser kalmamış. Ama zaman zaman şiddetli akan şelalesi hala zamana karşı direniyor. Şelale uzaktan bakıldığında tek bir kaynak gibi görünüyor.
Ancak defne ağaçlarının arasına, bugün gazinoların olduğu noktaya geldiğimizde karşımıza bir çok kaynak çıkıyor. Dinlenmek için oturduğumuz Şelale Gazinosu’nda Harbiye’de gün batımını izliyoruz. Sanki, çağıldayarak akan Dafne’nin gözyaşları ile uğurlanıyor güneş tanrısı Apollon. Buraya gelipte meze çeşitlerini tatmadan gitmeyin.


Aziz Simone’nin terk-i dünya evi...

Antakya’dan hristiyanlık aleminin bir başka önemli noktasına uzanıyor ve Aziz Simon Manastırı’na gidiyoruz. Simon Manastırı Antakya-Samandağ karayolunun 12. kilometresinde Nahırlı Köyü yolu üzerinde, 479 metre yüksekliğindeki bir tepede bulunuyor. Milattan sonra 6. yüzyılda yapılan manastır, kısmen sağlam oyulmuş kayalardan, dik açılı duvarlarla kuşatılmış. 61 x 68 metrelik manastırın sekizgen merkezi etrafında üç kilise ile manastıra ait bazı yapılar ve Aziz Simon’un sütunu bulunuyor. Aziz Simon, buraya milattan sonra 541’de gelir ve 592 yılında burada ölür. Manastır, Aziz Simon’un bir sütun üzerinde 40 yıl yaşadığı yer olarak biliniyor. Diğer yandan St. Simon Manastırı ‘Terki Dünya Tarikatı’nın merkezi olarak da biliniyor. Yapıldığı dönemde ve hatta bugün bile insanların pek uğrak yeri olmadığı için keşişlerin kendilerini dine adamaları ve dünyevi zevklerden uzaklaşmaları için bir merkez olmasını anlayabiliyoruz.

Antakya ve çevresini bir günde gezmeyi düşünmek hayal olur. İlk önce Antakya içinde hızlı bir tur düzenledik. Göremediğimiz çok yer oldu. Ancak artık çevreye açılma zamanı deyip, Samandağı’na ve Çevlik’e gitmeye karar verdik. Antakya’dan yarım saat uzaklıktaki Samandağı güneyde Keldağı-Yayladağları ve kuzeyde Musa Dağları ile çevrilmiş bir ovadır. Dünyanın en büyük ikinci doğal sahiline sahip olan Samandağ sahili 18 kilometre uzunluğunda ve Akdenizin en doğu ucunu oluşturuyor.


Dünya’nın ilk tüneli:
Titus Tüneli ve Kaya Mezarları (Beşikli Mağara)

Musa Dağları’nın Çevlik’teki eteklerine vardığımızda bizi Titus Tüneli ve Kaya Mezarları karşılıyor. Titus Tüneli, milattan önce 300’lerde mimar imparator Vespasianus zamanında Musa dağından gelen ve kenti tehdit eden sel sularını önlemek amacıyla bin kişilik esir ordusu tarafından 10 yıl boyunca dağ delinerek açılmış.
Milattan sonra II. yüzyılda Titus zamanında tamamlanan tünel, 7 metre yüksekliğinde, 6 metre genişliğinde ve 1380 metre uzunluğundadır. Tünelin 130 metrelik bölümünün üstü kapalıdır. Titus Tüneli’nin kapalı kısmının hemen biraz önünde kemerli taş köprü dikkatimizi çekiyor. Üzerinden bir kişinin rahatlıkla geçebileceği köprü hala sağlamlığını koruyor. Köprüden ilerleyip, sağa döndüğümüzde yol bizi kaya mezarlarına götürüyor. Özellikle merdivenlerden inerek içine girilen, girişinde iki sütunun bulunduğu kaya mezarlar dikkat çekicidir. Önemli bir yönetici ve ailesine ait olduğu izlenimini veren mezarlar, toprağın üzerinde durduğu ve beşiğe benzediği için buraya Beşikli Mağara deniyor. Ortada bir avlu bırakılacak şekilde bir yapılar bütünü olarak Beşikli Mağara çeşitli mezar odaları ve kaya mezarlarından oluşuyor. Bu bölgede görülmeye değer başka bir yer de Kapısuyu mevkiinde yer alan Dor Mabedi’dir. Tanrıların Kralı Zeus adına yapıldığı sanılan mabed antik kentin en büyük mabedidir. Bugün sadece sütun kalıntılarının bulunduğu mabed bütün Çevlik yöresine hakim bir noktada bulunuyor.

Elbette Antakya’daki her yeri gezemedik ve anlatamadık. Esasında Antakya anlatılmayı değil, yaşanmayı bekliyor. Antakya sizi bekliyor...

0 Comments:

Post a Comment